Etiket arşivi: FEZA TİRYAKİ

FEZA TİRYAKİ : BİR TÜRKİYE FOTOĞRAFI

osman-altug.jpg

Geçen sabah Ulusal Kanal’da “ Osman Altuğ Hoca” konuktu.

Dalga geçe geçe ekonomi üzerine konuştu. Sanki ülkemizin resmini çekti, sonra resmi gözümüze soktu. Hocayı sevenlere, olayları alaycı bir dilden duymak isteyenlere bu yazı. Hocamız şunları dedi:

“Ben yerli – yabancı sermaye pek ayırmıyorum:

Bizi yerli mi öpsün? Yabancı mı öpsün? Bir de bıyıklı yabancı mı öpsün?

Türkiye’nin borç ödeme sorunu yok! Çünkü borç ödemez!

Biz gençlikte gelecek nesildik. Bize borç bırakmışlar, o paraları yemişler. Hep borçluyuz. Borç katlanıyor. Katlandıkça geçiriyorlar kat kat…

İşsiz bir gence iş değil kredi veriyorlar: “İşsizim!” “ Olsun, kredi al!”

Türkiye’nin önemli sorunları:

Birincisi gençlerine iş bulmak. Gençlerin yüzde yirmisi işsiz. Beş gençten biri işsiz demek bu. Bunu öyle bir programlıyorlar ki sonuçta, “işsizlik de iştir!” oluyor.

Alışıyorsun. Ben daha çok tüketeyim de…

Ben sana ne filmler çevirdim, diyorlar.

Nüfus kağıdına kredi veriyorlar.

Sesini çıkarma. Krediyi al. Zamanı gelince ödeyemiyorsun. Kimin cebinden çıkarıyorsun?

Sana mal satmışım. Diyelim bin kişiden alacaklıyım. Alamıyorum. Borçluyu affediyorsun.

Kime kıyak yapıyorsun?

Borçluya mı, alacaklıya mı?

Alacaklı duman!..

Sen Türk insanına mal bulacaksın, diyor. İyi, diyor adam, bir mal üretiyor, satıyor. Diyelim bin kişiye sattı, parasını alamıyor.

Bir tarafta bin kişi. Bir tarafta bir kişi. Devlet, bin kişiye iş verene bakmıyor. Ben bin kişinin oyunu alırım, diyor.

Sözleşme serbestisi: Serbest iradeyle sözleşme düzenlerler. Serbest pazarda devlet buna müdahale edemez. Bu komünistlikten daha kötüdür…

Bizde devlet buna müdahale ediyor. Bak diyor, bin kişi borçlandı diyor.

“Arkadaş bunları borçlandıran sizsiniz!”

Devlet , “ Eee… ben affediyorum. Yeniden yapılanın bakalım.” diyor.

Rekabet: Serbest piyasa ekonomisi bir de rekabete dayanır. Madem serbest piyasa modeli tercih etmişsin, buna müdahale edemezsin. Ediyorlar. Bahaneleri: Vatandaş bilmiyormuş. Çünkü sözleşmeleri küçük yazıyorlarmış. Sözleşmeleri vatandaş okumuyor mu?

Konuşan Türkiye!

Salla- al- salla! Salla- al- salla!

İki milyon kredi kartı borçlusu. Bunlara mağdur diyorlar.

Sanki banka kafalarına tabanca dayamış. Banka tabanca dayar mı?

Rant

Rant diyorlar.

Rant diye bir şey yok. Ne rantı ya?

Siyasetin finansmanını kim yapıyor? Halk mı yapıyor?

Tek parti var: Menfaat partisi!

Bilgisiz bir toplum olduğumuz için rant diyoruz.

Siyasetin finansmanını halk yapmıyor. Parası olanlar yapıyor.

Çikolata fabrikası ne üretir? Çikolata, renkli paketlerde. Sen hangisini alırsan al! Çikolata fabrikası kazanır.

Türkiye’de siyasetin finansmanı kayıt dışıdır.

Siyasi partiler deftere, faturaya tabi değildir. Genel Merkezin sözüm ona Anayasa Mahkemesine hesap vermek için göstermelik defter kaydı vardır.

Parasalcı bir ekonominin iki yanı var:

1.Üretim yanı (somut).

2.Parasal yanı (soyut).

Tavuklara iyi bakarsan, horozu hoş, moralini iyi tutarsan kümeste üretim artar. Yumurta fiyatları da düşer.

Demek ki üretim güvendir, ister komünist, ister şeriat devleti ol.

TC’yi, Türkiye Cumhuriyeti adını insanların ağzına sakız vere vere çiğnettiler. Sakız önce tatlı gelir, sonra çürür, atarsınız.

Sür bir laf! Sen ne kaybedersin?

Konuşan Türkiye’ye malzeme lazım. Farketmez. Her türlü değerin yorumlayıcısı egemen güçtür.

Her çeşit propaganda makbuldür.

Üç şey istenir:

1.Uygun fiyat (yok).

2.Helalinden iş bulma (yok).

3.Uygun teslim zamanı ( o da yok).

Helalinden iş bulan devlet yaşar. İster yüzde yüz oy alarak gel, ister oysuz gel, farketmez.

Enflasyon ekonomik bir olay. Üretimle tüketim arasındaki olumsuz fark. Daha çok üreteceksiniz, az tüketeceksiniz.
Türkiye ekonomisi göstergeleri tamamen yüzde yüzü ayarlıdır.

Ekonomi kayıt dışıysa gerçeği göstermez.

Bir bardağa asit damlat. (Bardaktaki su artık su değildir, temiz değildir. )Bunun kayıt dışılığı kalmaz. Karışır.

Kim üretiyor? Yunanistan’a olan ne?

Yok abici’m, Yunan bir an için el atına bindi, çalım sattı. Ama Yunanistan ve Avrupa Birliğine üye hiçbir ülke yalnız kalmaz, yalnız kalması söz konusu değildir. 26 çocuklu baba. Birinde arıza oluyor. Baba diğer kardeşlere, şunu halledin, yoksa ben veririm, diyor. İndirme- bindirme yaparım diyor.

Türkiye – Yunanistan

Sen kiminle kimi mukayese ediyorsun? Çok eğlenceli ya…

Benzerlik mukayese edilir en azından. Doğrusu eşitler arasında mukayese yapılır. (Yunanistan’la Türkiye mukayesesi olmaz.)

Soğuk hava deposundaki elmayla, soğuk hava deposundaki elmayı mukayese edersiniz.

Depoya giren bazı elmalar aynı çıkar, bazıları bir kg girer, yarım kg çıkar.

Türkiye Cumhuriyeti simgesiyle (TC) uğraşıyorlar.

Çok açık söyleyce’m:

Türkiye Cumhuriyeti yani TC lafını ilk duyduğumda öyle bir kafam attı ki!

Rahmetli Yazıcıoğlu’yla Güney illerinden birindeyiz. Biri şöyle dedi, Hocam, dağa çıkanlar diyormuş: “TC gün sayar, biz can koyduk.” TC dediği asker.

Asker gün sayarmış. O gün bu gün o slogan aklıma geldikçe söyleyene pata küte girişmek isterim.

Ailemde 14 İstiklal Savaşı şehidi var. Dedemin bir gözü takmaydı. İstiklal Madalyası var. Bu madalya, dedemin tek erkek evlâdı babama kaldı. Babamdan da bana kaldı.

Dedemin kardeşi Çanakkale’de top mermisi başını uçuruyor, Allah Allah diyor.

Onlar gibi, Türkiye Cumhuriyeti askeri budur!

Türkiye Cumhuriyeit askerine laf söyletmem! Bu Türk askeridir!

Ben Yozgatlı’yım. Şafaktan vururum! Alından! Mehmet Akif anlattı, dediği şafak bu! Bu şafak şehitlerin alnı!

Biz şafaktan geldik, şafakla gideriz!

“TC” yi onlar diyor. Bununla Türk askeri demek istiyor. Askerimizi kötülemek için bunu kullanıyorlar.

Türk askeri değil, TC diyor Pkk. TC askeri diyor.

Her şeyde ekonomi…

İşletme – finans- maliye- hukuk…

Çok daha önde olmamız lazım. Çünkü bu bir sistem mühendisliği gibi. Finansın altın kuralı:

Paranın yolunu izle! Gerçeğe ulaş!

Para insanın vücudundaki kana benzer. Muayene yaptırırsın, şekerin var, şuyun var… derler. İdrar muayenesi aynı…

Faşizm:

Paranın yolunu izle. Faşizmi görürsünüz!

İki tür faşizm vardır:

1.Sermaye faşizmi.

2.Askerî faşizm.

Sermaye faşizminin akı karası olmaz!

Sermaye faşizmi. Askerî faşizm. İkisi de faşizm.

O zaman örgüt teorisi üzerinden yaklaşırsak: “Ülkeyi kim yönetsin!” Sermaye mi? “Asker mi?”

İki tane örgütlü güç var:

1.Sermaye (kara para)

2.Asker.

Başka örgütlü güç yok. Sendikalar öyle bir palavra ki, bizde öyle bir güç yok. 23 milyon çalışan nüfus. 700 bin sendikalı. Palavra! Binanın kirasını ödeyemiyorsun! Cart curt… Türkiye’de herkes başkan!

Demek ki örgütlü güç iki tane.

Bizde siyasetin finansını kara para yapıyor! İktidar oluyor, götürmeye başlıyor!..

Götürene maşallah!

Götürce’m inşallah!

Hem çalıyor, “Ben çok güzel çalarım diyor… “Ben az çalarım… “diyor.

O zaman asker müdahale ediyor.

Bütün askerî müdahalelerde bu vardır.

Demek ki mesele, Türkiye’de parasalcı ekonomi aktörlerinin paylaşma rekabetine girmesi. O zaman asker devreye giriyor.

Başka bir faşizm… Sonra asker memleketi bunlara teslim ediyor.

Biri iner, biri biner!

Halkın olmadığı bir demokrasi. Adam şu kadar oy aldım, diyor. Sandığa gidip oy atmakla demokrasi olmaz, bu haksız rekabetle olmaz.

Serbest piyasa ekonomisi haklı rekabete dayalı değil!

Siyaset haksız rekabete dayalı!

Yüzde onun altında oyların değeri yok.

Meclis’te yüzde kırkı alan, yüzde altmışı yok sayıyor!

Niye ağbi? Bunlar bir halta yaramaz ! diyorlar.

Almanya’da 1 Mark kanunu var. Seçimde 100 bin oy aldın. Aldın 100 bin Mark. Şimdi Avro. Kaç oy aldınsa o kadar!

Bizde oran. Ne oranı? Oran haksız rekabete dayanır!

Bu oranı nasıl tarif ediyorsun?

Seçim zamanı her türlü yıkama yağlama var! Kontür dağıtıyor. Adam bana 300 kontür verdi, bana 30 köntür verdi bunu konuşuyor…

Siyasetin finansı halk tarafından yapılmıyor!

Parayı veren hesabını sorar!

Adnan Kahveci, Recep yazıcıoğlu, ben üç kişiydik.

“Halka itibarını iade etme” işine giriştik.

Her ilçede bin kişi bulacağız. Onlar aidat ödeyecek. Kimsenin kucağına oturmayacağız…Çünkü para veren hesap sorar.

Bir kişi bulamadık, ayda yüz lira verecek!

Ondan bundan beslenip birilerine dağıtırsan, bugünkü gibi oluruz…

Şimdi anayasa tartışmaları var. Olaya şöyle bakmak lazım:

Türkiye Cumhuriyeti’nde uygulandığı sanılan Anayasa etken mi? Edilgen mi?

İki sistem vardır:

Biri dişi, edilgen, diğeri etken. Bizimki dişi, edilgen.

Kanunla etken Anayasa, edilgen uygulanıyor…

Edilgenle oynayan edilgendir.

Deveyi diken… derler.

Adamı öpen makbuldür. Millet memnun!..

Feza Tiryaki

İLK KURŞUN

FEZA TİRYAKİ : SORUYA BAK !

afis10.jpg

Türkçü Dergi diye bir dergi anket yapıyormuş. Sorusu şu:

“Ortak Türkçe mümkün mü?”

Aslında bize düşman gerekmiyor. Irkçı bölücülerin yaptıkları bile bizim kendi kendimize yaptığımızın yanında az kalır! Devede kulak kalır!

Ortalık pusluyken, at izi it izine karışmışken, ülkemizin adı bile tehlikedeyken, eli kanlı teröristler kahraman kılığına büründürülüp ortalıkta cirit atarlarken, bölücü hainler devleti iç – dış işbirlikçilerle ortaklaşa parmaklarında oynatırlarken, tam bu günlerde hem de, bir Türkçü derginin yaptığı böyle bir anket ne demek oluyor bileniniz var mı?
Sen önce vatanına sahip çık! Diline sahip çık! Türkçene sahip çık! Atatürk Cumhuriyetine sahip çık! Devrim yasalarına sahip çık! Kendine sahip çık!

Meclis’e Türk Alfabesi (Atatürk Alfabesi) yasası değişsin diye yasa teklifi veren kanlı terör örgütünün siyasi kanadı olan bölücü partinin (BDP) yaptığının desteklenmesi değil midir bu? Türkçenin alfabesini bozalım, bunca yıldan sonra fırsat bu fırsat deyip Türkçe alfabenin içine toplama harfleri, uydurduğumuz bazı harfleri, imleri katalım; katalım da ayrı bir dil yaratalım, yaratılan dilin de bir halkı olsun, bu ayrı dil, ayrı halk yasayla kabul edilsin… Bu zorlamayla yaratılan dil, bu önerdiğimiz beş yeni uyduruk işaretle yazılsın, sonra da sıra bölünmeye gelebilsin diyen bölücülerin, bölücü yandaşlarının ekmeğine yağ sürmek değil mi bu?

Neden o yasa teklifinde ortalığı ayağa kaldırmadınız? Bunu yapamazsınız demediniz? Türk diline kimseyi saldırtmam, Türkçeye dokunamazsınız diye çığlık atmadınız? Varlığınızı göstermediniz? Bu cüreti gösterene, dilimizi, alfabemizi bozmaya kalkışana tokat gibi bir yanıt vererek haddini bildirmediniz? Öyle sessiz, uslu uslu sonucu bekliyorsunuz, neden?

Gelelim anket sorunuza…

Burada sorulan soru yanlış: “Ortak Türkçe mümkün mü?”

Ortak Türkçe denilince ne demek isteniliyor? Burada ne soruyorsunuz? Türk iseniz zaten Türkçe konuşursunuz. Herkes yöresine göre, yurduna göre, eğitim durumuna göre bir Türkçe tutturur, onu konuşur.

Buradaki ortak Türkçe sözünden amaç ortak alfabe (abece) ise neden doğrudan bunu sormuyorsunuz?

Sorduğunuz an yanıtınızı da alırsınız zaten!

1928 yılından beri bizim tek bir alfabemiz vardır. Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün bize (Türk ulusuna) armağanı olan 29 harfli Türk Alfabesi. Birliğimizi, ulus devletimizi korumak istiyorsak, Atatürk devrimlerine bağlıysak, dilimizi, kimliğimizi dünya durdukça yaşatacaksak sonsuza kadar bu alfabemiz yürürlükte kalmalıdır, kalacaktır. Alfabemizin kimse kılına bile dokunamayacaktır! Bu alfabeye ortak arıyorsanız o başka. O zaman Türkiye dışında yaşayan diğer Türklere alfabemize ortak olur musunuz diye sorunuz!

Böyle yapmazsanız, soruyu “Ortak Türkçe mümkün mü?” diye sorarsanız size sorarlar:

“Bölücülerin yaptığından ne farkı var bu yaptığınızın? Bu abuk sorunuzla nereye varacaksınız? Bölünmeye mi? Birleşmeye mi?”

Vatan kaynayan kazanken, Türklük bile tehlikedeyken, Türkiye Cumhuriyeti ibaresi devlet kurumlarından sırasıyla sökülürken, Meclis’e bölücü parti Türk alfabesi değişsin teklifi bile vermişken… Türkçü derginin bu anketi tutmuş ortalığı…

Anketinizde iyi niyetle bu soruyu sormuşsunuz buna eminiz ama bu soru nereye gider, nerelere çekilir, hiç düşünmediniz mi? Bölücülerle aynı noktada buluştuğunuz hiç aklınıza gelmedi mi? Şu söz sizin:

“Ortak alfabede Türkiye’nin kullandığı alfabeye ek olarak yeni harfler eklenmeli midir?”

Pes vallahi! Bu kadarına pes! Atatürk’ün her mirasına ihanet edildi. Son bir dilimiz kalmıştı dokunulmadık…

Bize düşman gerekmiyor, bu kesin. Biz kendimize yeteriz!

“Akıllı, sözünü akılsıza söyletir.

Akıllı düşman akılsız dosttan hayırlıdır.

Dost acı söyler.”

FEZA TİRYAKİ

İLK KURŞUN

Ek: Düzeltme. Anket yazınızın sonunda, “Anketimize yanıtlarınızı “Ortak Türkçe Mümkün Mü? Anketine Yanıt” başlığıyla kişisel bilgilerinizi ve size ulaşabileceğim bilgileri belirterek iletisim adresine gönderebilirsiniz.” demişsiniz.

“Ortak Türkçe Mümkün Mü” yazısı yanlış yazılmış. İnsanın gözünü acıtıyor. Bir bakışta irkiliyorsunuz! Küçük harf yazımıyla başlık yazılacaksa, yazıda geçen ekler küçük harfle başlamalıdır. “Mi “ soru eki böyledir. Önüne geldiği sözcükten ayrı yazılır, küçük harfle başlatılır.

Kısaca, “Mümkün Mü?” değil, bu söz başlıklarda ,“Mümkün mü?” şeklinde yazılır Türkçe yazım kurallarına göre.

FEZA TİRYAKİ : Dilimizde Tüy Bitse de Dersimiz Türkçe Abece

mnlyl.jpg

Bizim değişmeyen gündemimiz aslında dilimiz. Gerisi boş söz. İş dönüp dolaşıp sonunda dilimize dayanacak. Zehirli örümcekler o güne kadar ağlarını örmeyi, bizi kıskaca almayı sürdürecekler… İşaret verilince de dilimize çullanılacak! Bir asker gibi disiplinli, o güne hazırlanmamız, uyuyanları uyandırmamız, uyanık ve korunaklı olmamız şart. Gelin yine birlikte dilimize kısa bir gezinti yapalım. Bir olalım, diri kalalım, durmadan, bıkmadan çalışalım…
İşte yine dersimiz Türkçe. Dersimiz Türkçe Abece.

“Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir.” Mustafa Kemal Atatürk

Kalbimiz Türkçede 29 harf vardır. Sırasıyla:

“A B C Ç D E F G Ğ H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z.”

“a b c ç d e f g ğ h ı i j k l m n o ö p r s ş t u ü v y z.”

Harf (yazaç) seslerin işaretidir. Bir dildeki seslerin tümü o dilin alfabesidir (abecesidir).

Alfabe, bir dilin kararlaştırılmış bir sıraya göre dizilmiş harflerine denir. Bu sıra, ezbere ulusça bilinmelidir.

Alfabe ezbere okunmalıdır. Her anne babanın ilk görevi okula giden çocuğuna Türk alfabesini ezberletmek olmalıdır.

Dilini bilen onu daha çok sever…

Yabancı dilin Türkçenin önüne geçmesini önlemeli, bunun için elimizden geleni yapmalıyız…

Dilimize özgü harflerimize ( ğ, ı, ş, ç ) özellikle değer vermeli, kullanmayanları uyarmalıyız.

Yazı dilinde “v” yerine, dilimizde olmayan ”w“ nin kullanılmasına, dilimizin bozulmasına, kurallarının çiğnenmesine izin vermemeliyiz.

Dilimizdeki 29 harfin 21’i sessiz harf (ünsüz), 8’i sesli (ünlü) harftir.

Sesli harfler ( a,e, ı, i, o, ö, u, ü) tek başlarına okunabilen seslerdir.

Sessiz harfler (b, c, ç, d, f, g, ğ, h, j, k, l, m, n, p, r, s, ş, t, v, y, z) tek başlarına okunamazlar.

Sessiz harfler “e” sesinin yardımıyla okunurlar. B, c, de, f (be, ce, de, fe) gibi… V sesi “ ve” diye okunur. S sesi, se, ş sesi, şe, k sesi k, h sesi he… Dilimizde çok az kullanılan “J” sesi, je’dir ama halk dilinde c’ye yakın söylenir.

Kuralımız, sessizlerin “e” seslisi yardımıyla söylenmesidir. 1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilen yasayla(Yeni Türk Alfabesi) her harfin şekli, adı belirtilmiştir. 29 harfimizi buna göre okursak:

A, be, ce, çe, de, e, fe, ge, yumuşak ge (ğ), he, ı, i, je, ke, le, me, ne, o, ö, pe, re, se, şe, te, u, ü, ve, ye, ze.

Yabancılar kendi abecelerini bir güzel tastamam okurlar. Tek bir yanlış yapmazlar. Bir sözü kodla( şifreli söyle) dersen hiç yanlışsız kent adlarını sırayla söyleyerek sözü buldururlar.

Bizde ise kent adlarını bırakır, çayır çimen adlarını bile sayar, aklına ne geldiyse söyler Türkçe yoksunu sözde aydınlarımız. Bununla kalsalar yine iyi, bazı seslerimizi üstelik yanlış söylerler:

H(he) ve K(ke) sesleri.

Nasıl tüm sessiz harflerimiz “e” seslisi yardımıyla okunuyorsa, bu iki harfimiz de doğal olarak öyle okunur. Bundan başka fe’ye ef diyen mi, le’ye el diyen mi, re’ye er, se’ye es, me’ye, ne’ye em, en, diyen mi ne ararsanız bizde var. Aklı karışık yeniyetmeler gibi koskoca adamlar, kadınlar TV’yi, televizyonun kısaltmasını, simge yazımını “ti vi” diye okumuyorlar mı deli olmamak elde değil… En çok da ke’ye ke denmiyor. Bir “ka” tuturmuşlar gidiyorlar. Yasa belli, kural belli; kullanış, kimin canı nasıl isterse, canı ne çekerse öyle…

Hadi Pkk katilleri, bu katillerin sevicileri, yandaşları “Pe ke ke” demişler kanlı örgütlerine. Yurtseverler de, onlardan ayırmış kendini, bölücü kanlılara ” Pe ka ka” demiş. Belki “kaka” ses benzeşmesi bunda etkili olmuştur. Pkk’yı öyle bırakalım. Diğer adlardaki ke sesi neden ke sayılmıyor? H (he) sesi de aynı durumda. İsteyen istediği gibi okuyor. H (he’ye) “ha” diyorlar. Bu da yetmiyor bazen, “aş” “haş” bile diyorlar. “Aş” Almanca, Fransızca söylenişiymiş bu sesin. “Ne alaka kel alaka?” desek anlarlar mı? Türkçe abece ile elin dilinin ne ilgisi olabilir ki? Bu kadar çok mu bilgilisiniz?

Diğer dil bilmezleri, Türkçe sevmezleri bırakın, CHP (ce he pe) bile kendine genellikle “Ce ha pe” diyor. Türk dil devriminin içine etmeye kendinizde nasıl bir hak görüyorsunuz? Siz kimsiniz?

Dilimizde olmayan yabancı dillerdeki o üç harf, eğer yazı içinde bir yabancı sözcükte geçiyorsa dilimize en yakın okunuş hangisiyse öyle okunur:

W, ve diye, q, kû, diye, x, iks diye okunur. “Dabılyu” demek ne öyle? Q’nun, x’in Türkçede ne iş var?

Bunlardan en çok w ile uğraşıyor düşmanlarımız. En çok bu sesi oramıza buramıza sıkıştırmaya çalışıyorlar. Adlarındaki “ v” leri, içinde “v” geçen sözleri bu “virüs”le değiş tokuş eden edene. Bilerek yapan vatan millet düşmanlarını bir yana koyarsanız dilini bilmeyen eğitimsiz, yarı cahil kalmış, önce yabancı dil diyerek beyni tutsak edilmiş kesim de bu harfi bilir bilmez her yerde kullanıyor. Dilimize en büyük kötülüğü de bu bizden görünen, bilinçsiz, beyni yıkanmış zavallılar yapıyor!

Yabancı dil hayranı omurgasız gazeteciler, çok bilmiş geçinen entel yazarlar, dilini öğrenememiş cahil bırakılmış vatandaşlar, kandırılmış yarı cahiller, aşağılık duygusuyla çırpınan Batı hayranı, Yunan hayranı, Amerikan hayranı bazı zavallılar veya art niyetli ırkçı bölücüler, kanlı terör örgütü Pkk sevicileri, katil sevici ulus düşmanları, Türkçenin, Türk’ün hiç değişmeyen ezelî düşmanları, dinmeyen bir kuyruk acısı çeken kaç asırlık Cumhuriyet – Atatürk karşıtı yobazlar, katıksız vatan hainleri dilimize durmadan bunları sokuşturmak istiyorlar.

Bildikleri şu: İşi bu harfler çözecek. Türkçeyi bu harfler dağıtacak, bozacak!

Yabancı dillerdeki “w” sesinin adı Türkçede “çift ve” dir. Tıpkı “v” sesimiz gibi okunur. “Dabılyu” bu sesin İngilizce okunuşudur. Almanca okunuşu tıpkı Türkçe okunuşu gibidir. Onlar w’yi bizim “v”yi okuyuşumuz gibi okurlar. Bilgisayar adreslerinde www diye üç “çift v” birden yazılır. Aslında bu yazılıma gerek de yoktur. Böyle yazmadan da kolayca istediğimiz yazı sunumlarına ulaşabiliriz. Bunu okuyacaksak: “Ve, ve, ve” diye okuruz.

Bu bölücülük, dilimize düşmanlık başlamadan önce bize bu harfi yüksek sanat okullarında ( liseden sonra gidilen) böyle öğretirlerdi. “Güzel Yazı” dersimizde Türkçe harfleri değişik yazı türleriyle mürekkebe batırılmış uçlarla yazardık. 29 harfimizden sonra reklam dünyası, yabancı adlar için ayrıca bu harflerin de yazımını gösterirlerdi. Bu harfleri hiçbir Türkçe sözün içine katmazdık. Zaten eskiden beri daktilolarımızda bu harfler vardı. Dükkân- işyeri adlarımız o zamanlar hep Türkçeydi. Kimse çocuğuna Arapça okunuşuyla, ad koymazdı. Sonu ” d” ile biten adımız yoktu. (Türkçede sözcüklerin sonunda “d” bulunmadığı için.)Yabancı bir adı canı istedi diye çocuğuna koyamazdı kimse, kimliğimiz, dilimiz, böyle denetim altında, devletin korumasındaydı…

Devletin TRT’si bile şimdi bir başlıyor, anlaşılmaz sözlerle bülbül gibi şakıyor: “Dabılyu, dabılyu, dabılyu…” Elimde olmadan her duyduğumda içimden derim: “Hay dilinizi eşek arısı soksun! ” Madem bu kadar bayılıyorsunuz İngiliz’in Amerikan’ın diline bari Türkçesi olan bu sesi Türkçe okuyun: “Ve, ve, ve” deseniz incileriniz mi dökülür? Kocaman açılmış kovboy ağzınız mı büzüşür?

Türkçeye, bölcülerin can simidi gibi sarıldığı o üç harfi katma teklifinin Meclis’e verilişinin üzerinden kaç hafta geçti. Muhalefette, Türkçüyüm, Türkçem, Türk dili en değerli varlığım diyenler bile suskunlar, Türkçeye bu yapılana duyarsız kaldılar. Bir vurdumduymazlık, umursamazlık, ne çıkarsa bahtıma anlayışı sürüp gidiyor… Konuşurken mangalda kül bırakmayanlar, iktidardaki baş adamın ardına takılmış, onun ortaya attığı yemleri yemekle, ayranını içmekle, önerdiği üç buçuk çocuğu büyütmekle, varlığına, canına göz dikmiş teröristini sevmekle, gösterilen çayırda sessizce otlamakla uğraşıyorlar…

Sonra da bu gün, 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda, İstanbul’da Ermeni kilisesinde verilen uluslararası bir caz müziği konserinde aşka gelen bir iktidar bakanı tutar, “Türkçede değişiklik yapacağım!” deyiverir.

Sözün büyüklüğüne bakınız:

“Türkçede bir değişiklik yapıp,” diye söze başlıyor, “ caz yapma” deyimini kaldırıyorum. diye devam ediyor. Uyduruk, eften püften argo bir deyim de olsa halkın bir deyimini durduk yerde kaldırdığını duyurulabiliyorlar iktidarın bakanları. En acısı Türkçede değişiklik yapacağım sözünün artık yol olması…

Türkçenin yükseklerden yere düşürülmesi… İsteyenin el atacağı bir konuma indirilmesi…

Pkk’nın Meclis’teki uzantısı BDP’li biri vermişti o bölücü öneriyi. O günden bu güne o teklif orada duruyor. Biz de burada yapay gündemle, ceviz kabuğunu doldurmayan sözlerle oyalanıp duruyoruz.

Diyarbakır’da bayrağımızın yanına konan terör çaputlarıyla birlikte göstermelik İstiklal Marşı okunmuş, sonra terör örgütünün hapisteki eski başının sözleri dinletilmiş. İstanbul’da ortalık savaş alanına döndürülmüş, halka terörist muamelesi yapılmış. Teröriste, özellikle Diyarbakır’da uslu çocuk imajı çizdirilmiş… “Bunlar katil falan değil, bunlar Kanarya Sevenler Derneği üyesi masumlar… ”denmesine, merak etmeyin, az kadı.

Yabancılar (Avrupalılar) memleketlerinde konserlerle, yemekli içkili eğlencelerle emeğin, işçinin bayramını tadıyla insanca kutluyorlar. Hepsinin tuzu kuru. Bizde numaranın biri bitiyor, diğeri gündeme sokuluyor. Bayrağımızı kirli çaputlarla yanyana dizdirttiler, böyle bir ortamda da İstiklal Marşı gibi ulusun en önemli değerini bölücülere, terörist sevicilere yerle bir ettirdiler ya, bundan sonra dilimize bütün bunları etmişler çok mu?

Hem soralım bu arsızlara, gözü dönmüş bölücülere, vatan millet düşmanlarına:

“Türk Alfabesi” değişsin demenin bir bedeli yok mu? Bir soran, bu durumu yargıya götüren bir Cumhuriyet savcımız , milletini düşünen bir milletvekilimiz hani nerede? Türkçeyi terör örgütünün eğlencesi, çerezi, kullanacağı sakızı yapmaya kimin hakkı var? Bölücülükte kulanılmasına neden sessiz kalınıyor? Ne bekleniyor? Canı isteyen Türkçeyi değiştirmeye kalkabilir mi?

Türk dili bu kadar mı orta yerde! Değişiklik yapma, yaptırma, teklif etme bu kadar mı kolay?

Hep söylenir. “Sinek küçüktür ama mide bulandırır.”

Türkçeye sokulacak bu virüs keşke sinek kadar küçük olsaydı? Keşke yalnızca mide bulandırsaydı?

Oysa dost düşman, herkes biliyor ki bu virüs öldürücü!

Kene virüsü gibi. Girdi mi, dikkatlice çıkarma, sonra özenli bir bakım, hastalık bulaştırıcı yollardan da, virüslü ortamlardan da önemle sakınma, korunma gerekiyor.

Bunu yapacak eğitimli bir toplum, dilini bilen, dilini doğru öğrenen bir toplum gerekiyor. Yıllardır dilimizi bu yüzden bozdular, gözden düşürdüler, eğitim dili olmaktan neredeyse çıkardılar. Hem, ülkesini, ülkesinin ulusal çıkarlarını düşünen, ulusalcı bir yönetim de şart bunun için.

Girdi mi dilimize bu uğursuz kene, bu üç virüs, işimiz bitecek!

Feza Tiryaki

İLK KURŞUN

FEZA TİRYAKİ : HA FATMA HA VATAN

m1jyk.jpg

Fatma’yı görünce, aha dedim. İşte vatanın durumu, işte Fatma’nın acınacak durumu!..

Cumhuriyet yıkıcıları iktidara gelene kadar neyimiz eksikti bizim?

Eksiğimiz değil, fazlamız vardı.

Cumhuriyet kurumları, kuruluşları, para getiren fabrikalar, şirketler, bankalar, topraklarımız, sularımız, ormanlarımız satılmamıştı. Nükleercilere peşkeş yoktu.

Türkiye’nin bütünlüğüyle, diliyle, bayrağıyla, devletinin kurucusuyla, kahramanlarıyla, ordusuyla, eğitimiyle, yapısıyla, devletin temel direkleriyle henüz böyle oynayanlar yoktu.

Hırsızdan, arsızdan yana dertliydik ama en azından ölüm döşeğine itilmemiştik, ölümlerden ölüm beğen, sonun geldi, biz ne dersek o, yargı da, hükümet de, yasama da, her şey ama her şey benim, diyen yoktu. Üç günde bir, Amerikan bakanları yurdumuza gelmiyordu. Üç günde bir, yalvar yakar randevu alarak Amerikan başkanlarının ayağına giden, eteğine yüz süren, doğrudan emir alan yoktu. Olsa da bunlar gizli kapaklıydı, utanma, ulustan çekinme vardı. Kör gözüm gözüne saldıran yoktu devletin dayanaklarına, devletin varlığına, devletin geleceğine…

Şimdi iş iyice cıvıdı. Ne devlet saygınlığı, ne devlet ciddiyeti… Gülünçten öte, acınası bir durumdayız… Akıl sır ermiyor bu duruma nasıl düşürüldüğümüze, bunları konuşur duruma nasıl geldiğimize…

Sınır ötesinde, Kandil Dağı’ndaki terör örgütü sığınaklarında yuvalanan, çok Türk askeri öldürdük diyen, teröriste Türk askerine, Türk polisine saldırıların emrini veren, köyleri yakıp yıktıran, yollara bomba döşeten, patlattıran, “pe ka ka” terörünü yöneten Karayılan adlı baş terörist ,Türkiye’ye gelmek, bir adada ömür boyu cezalı yatan bu örgütün kurucusu, tetikçisi, emir vericisi katilbaşıyla görüşme istiyormuş. Bu isteğini devlete ulaştırmışlar. Yanıtı bekleniyormuş. İnanılmaz istekmiş bu, atılan başlıklara göre. Pek hoşgörülü, pek sevecen yaklaşmış olaya yandaş basın yayın. Yalakalıktan can verecekler, belleri eğrilikten koptu kopacak!

NTV, onların okuyuşuyla değil, Türkçe okunuşuyla “ne te ve” denileni, haberinde bununla da yetinmemiş. Bu dağdaki teröristin yeni bir haberini de hemen ortaya sürmüş. “Siyaset yapmak isterim” başlığıyla. Bu terörisbaşına da “ pkk yöneticisi” denmiş bu haberde. Bir dernek yöneticisi, parti başkanıymış gibi. Yönetici. Ne yöneticisi? Pe ka ka, canım. Bu yönetici. Pe ka ka yöneticisi. Hem sözleri şiddet içeriyor mu bakın? Demek ki suç muç yok ortada. Söylediklerine baksanıza: Sorunları barış ve diyalogla çözmek istiyorlarmış. On binlerce kişinin kanı, barış için akmışmış yani. “Kürt hakları”nın geliştirilmesinde siyasi bir rol oynamak istiyormuş kanlı örgüt başı.

Bu katillerin nedense ağalarıyla, köylüyü kölesi yapan, onları geri bırakan, sömüren toprak ağalığı düzeniyle hiçbir sorunları yoktur. Devletten de ne eğitim, ne fabrika, ne iş alanı isterler. Olanı yıkmış, öğretmenini mühendisini öldürmüş, iş makinelerini yıllarca yakıp durmuşlardır…Tek istedikleri olmayan bir dili dayattırmak, ayrı bir halk var burada dedirtmek; ülkeyi bu dil üzerinden Birleşmiş Milletler yardımıyla, onları işgale yardıma çağırarak böldürtmek. Kendilerini kullananlara hizmet etmek.

Sonra da ellerinden kanlar damlaya damlaya, binlerce cinayet işlemiş biri olarak yönetim koltuklarından birine oturacak, siyasetçi olacak. Gelenin gidenin elini sıkacak. Böyle bir durumu ortaçağ toplumları yaşamış mıdır, böyle bir şeyi insanlık tarihi görmüş müdür tarihçiler söylesin!

Kürt haklarının geliştirilmesi lafı da ilginç. Senem öğretmen diyordu geçenlerde: “Başbakan oldunuz, cumhurbaşkanı oldunuz, bakan deseniz şu an bütün bakanlar neredeyse Kürt kökenli. Meclisin yüze yakın vekili de öyle. Genelkurmay başkanı da oldunuz. İstediğiniz okula gidersiniz, istediğiniz yere yerleşirsiniz, anadilinizi konuşmanıza karışan yok, üstelik dört beş ayrı ağız konuşmayın, tek bir ağızda birleşin diye devletin televizyonu radyosu yıllardır o “Kürtçe” adı verdiğiniz olmayan dille yayın yapıp duruyor, size dilinizi (?) belletiyor. Bir Türk’te olmayan hangi hakkı istiyorsunuz?”

*

Bir küresel çetenin eline düşmüşüz, başımıza getirdiklerimizi kendimiz getirdik, kendimiz seçtik sanarak. On yıl içinde hastalandırmışlar, sonra allem etmiş kallem etmişler, ameliyat masasına yatmaya razı etmişler ülkemizi. Tam kandıramışlar ameliyata. Halk direniyor. Yurtseverler direniyor. Uyumayanlar direniyor. Şimdi bu uyanıklar, çıkarcılar çevremizde sıralanmışlar, aralarında konuşuyorlar. Cerrah başta. Yardımcıları buyruk bekliyor. Ameliyat üstelik de parasız! Cepten beş kuruş çıkmayacak. Para dışardan, sonra alacakları paya karşılık.

Herkes bir organı kestirmek istiyor: “Özgüvenin gelecek. Zenginleşeceksin. Ne o savunmaya para ayırmak. Asker neye gerek? Yabancı askerler korur bizi. Hem kimden koruyacak asker? Şimdi barış süreci.”

Bundan sonra doğrudan algımıza saldırıyorlar:

“Düşman komşumuz var mı? Yok. Bir Suriye çıban başı. Amerika’ya direniyor. Özgür Suriye ordusu adlı, ordusuna saldıran teröristine teslim olmuyor. Onu da hallederiz bir tamam, Allah’ın izniyle. Bütün devletler bizle arkadaş, dost. Hepsi; Yunanistan’ı, Bulgaristan’ı, Ermenistan’ı, daha ötede İtalya’sı, Almanya’sı, Fransa’sı, hele Rus’u, hele hele İngiliz’i hepsi hepsi dost… Maraş’a bayrak dikmişler, Gaziantep’e asker sokmuşlar, Adana’ya, Malatya’ya asker çıkarmışlar ne var bunda? Bunlar senin ancak iyiliğini ister. Bak parayı verip toprağını taşını alıyorlar. Gelip uslu uslu yerleşiyorlar.

Toprağı alıp gidecek değiller ya, ne yapacak bunlar sana? Gel seni bir ameliyat edelim. Ne bu terörle mücadele, sınırlarını koruma, bütünlüğünü koruma, Atatürk ilkelerine bağlılık, tarihini bilme, kimliğini bilme… Böyle yaparsan yamuk yamuk yürürsün. Belini doğrultamazsın. Anayasandaki o üç madde yüzünden bütün bunlar. Ne o devletin adı Türkiye, dili Türkçe, marşı İstiklal marşı, bayrağı ay yıldızlı al bayrak? Olmaz!

Sana petrolünü çıkarttırmayız. Madenlerini elletmeyiz. Gözünü aç. Bu sabah yazdı gazetelerin: “Barış süreciyle maden fışkıracak!” diye. Nereden mi? Bak yazdılar: “İşte Doğu’nun maden yatakları!”

Gövdeni düzeltelim, çirkin görünme. İstediğin güzelleşmek değil mi? Daha güzel olmak. Kendine güvenmen. Başın dik dolaşman, biraz da güzelliğinle kurumlanman. İçi boş güzellikle övünmen. Hantallaşmışsın. Bakımsız görünüyorsun. Güzelleş. Karnın incelsin, etlerin sarkmış ne o öyle, bir kesi bu işi halleder. ”

Biraz duraksadın mı gülerek sırtını okşarlar:

“İz kalır mı, diye mi soruyorsun?

Yo, biz yalan konuşmayız. Bıçak izi kalır. Kesilen deride mutlaka iz kalır. Biz bu izin görünmeyen bir yerde olmasına dikkat edeceğiz. Yanlarda, arkada. Bakan görmeyecek.

Sizi yeniden yaratacağız. Karından kesip deriye gireceğiz, alt taraftan, üst taraftan çekerek fazla deriyi, yağı, artığı atacağız. Derinizi yeniden giydireceğiz.”

*

Dün aynı sözlerle bir genç kadını kandırıyorlardı televizyonda. Fatma’yı. Öğretmen adayıymış. Gövdesinin güzelleşmesini istiyormuş. Hızlı kilo alıp vermekten derisi, etleri sarkmış.

Özellikle karnı, bacakları, en son kolları onu rahatsız ediyor. Hepsinin düzelmesini istiyor. Aynı hekim tarafından düzeltilsin, kesilsin biçilsin derisi, görünüşü güzelleşsin, bu, bütün derdi.

Göster karnını dediler. Belinden giysisini biraz indirdi, gömleğini yukarı çekti, karnını bir karış açıverdi, öyle orta yerde, bu genç kadın. Derisi bözüşmüş, salkım gibi sarkmış karın yağlarını gördük. Bacakları sağlam, kalın, yürürken yeri titretiyor. Kestirecek, ince olsunmuş. Çekici olsun, gören baksın. Kollarının altındaki yağları da aldıracak ki kolsuz giyinince güzel dursun. Kendine özgüvenini geri istiyor.

Gören, ona güzel deyince kendine güvenecek. Akıllı denmesi, ne iyi denmesi, ne yürekli, ne çalışkan, ne becerikli, ne yararlı insan denmesi önemli değil.

Yüzü, melekler gibi güzel. Aydınlık bakışlı, beyaz tenli, kara saçlı kara gözlü. Azıcık şişman, üstünde sanki iç fanila gibi duran, kolsuz açık gömleğinden görünen bedeninde bir kusur göze çarpmıyor. Kolları, bacakları azıcık tombul o kadar.

“Bu şekilde yaşamaktansa izle yaşamayı tercih ederim”, iz kalacak uyarmasına yanıtı bu genç kadının.

İzi, başkaları bir bakışta görmeyecek şekilde yapacaklar. Geriden kesecekler.

Televizyondaki izlencenin hekimi, hekimin yardımcısı, eli bıçaklı cerrah (yarman), çamurdan heykelden çamuru kesip oyarak bütün bunları gösteren helkelci, hepsi hepsi kızı çoktan kandırmışlar.

Kesmeye nereden başlayalımı konuşuyorlar:

“Nerden kesmeye başlasın Nuri Bey?”

Kızı rahatsız eden bölge karnı ve bacaklarıymış. Karından başlanacakmış…

Kıza kimse demiyor:

Tuttuğunu koparacak güçte görünüşteki o kollar, kesik yerse hep gerilecek, eski işlevini kaybedecek…

Yere sağlam basan, kalın güçlü kuvvetli iki ayağı, kesik yerse eskisi gibi her yana koşturamayacak.

Sağlam görünüşlü geniş karnı, kesikten sonra esnekliğini, eğilip bükülme yeteneğini yitirecek, süs karnı olacak.

Ülkemiz de aynı.

Bir kere bıçak elde kesmeye başladılar mı bizim karnımızı, bir daha eskisi gibi olmamız olanaksız. Bir kesseler karnımızı ya, işimiz bitecek! Karın bir daha aynı yerden dikiş tutmaz, karında kesik en zor kesiktir. Yeri uyuşuk kalır. Duyarsızdır. Her zaman sızıldar, bir sıcak bir soğuk görmesin, nemli hava yemesin, bir sert rüzgâr esmesin ağrır. Fazla ye, ağrır, yorul, fazla eğil kalk ağrır. Yük taşı, taşıtmaz; kollarını kaldır, gerilir, acır, kaldırtmaz…
Fatma’ya, kesiklerin izi kalır, bunu namusluca sana dememiz lazım, dediler. Yalnızca bunu dediler. Ne ağrıdan, ne ömür boyu çekilecek gerginlikten, deride oluşacak işlev bozukluğundan söz ettiler. Hem bir daha kilo aldığında aynı görünüş yinelenirmiş. Kesikler birkaç haftada düzelirmiş. Ama bazı bünyelerde buna karşı tepki oluşabilirmiş. Kızarır, iltihaplanırmış, kabarırmış kesilen yerler.

Sunucu kadın sözü bağlıyor:

“Değerli öğretmenim, sizin özgüveninize kavuşmanızı istiyoruz. Süper ve izsiz olacak, merak etmeyin!

Doktorumuz Fatma’yı baştan yaratacak!” Sonra cerraha dönüyor:

“Ne kadar zaman aralıklarıyla Fatma’yı baştan yaratacak bize söylesin!”

Cerrah söylüyor. Fatma dinliyor. Dinleyenler, izleyenler alkışlıyor.

Bunlar olurken devlet görevlileri suskun. Bu yapılanın suç duyurusu yok. Devletin harekete geçen, vatandaşı koruyan savcısı yok!..

İşte, Amerika’dan buyruk alan, eli neşterli iktidar!.. İşte, analar ağlamasın ayağına teröriste teslim edilmiş Türkiye!..

İşte, ordusuz bırakılmış, subayları, komutanları sözde davalarla tutsak edilmiş vatan!

İşte, sahipsiz bırakılmış, kandırılmış bir vatandaş… Suskun bekleyen milyonlar…

İşte, iyice yozlaşmış, utanma duyusunu kaybetmiş, milyonların önünde, ayakta, giyimini belden aşağı indirerek, belden yukarı çekerek karnını ortalık yerde gösterebilen, bu sahnelerden sonra sınıfa girip ders vermeyi, çocuk yetiştirmeyi düşünebilen bir öğretmen!..

İşte, teröristle görüşmek şerefsizliktir noktasından, teröristle halay çekmeye, teröristin ayağına heyetler göndermeye, teröristi yargılamadan salıvermeye kadar giden, dünyada alay konusu olan, itibarını yitiren Türkiye!

İşte, önce karnı kesilecek, kesilirse bir daha asla dikiş tutturamayacak, eskisi gibi olamayacak, organları işlevini yitirecek, güçsüzleşecek Türkiye!

İşte, sunucu, ekibi, izleyicisi; işte terör örgütü yandaşı, Türkiye karşıtı âkil adamlar (yiyici- yamyam) grubu…

Alkışlayan bir dolu hain…

İşte Fatma, işte vatan!

Ha vatan, ha Fatma…

Feza Tiryaki, 13 Nisan 2013

İLK KURŞUN

FEZA TİRYAKİ : “BİZ APTALIZ, SEN AKILLI!”

lzu50.jpg

Anadolu Haber Ajansı’ndan bir haber:

“İlk Kürtçe üniversite kuruluyor.”

“İlk Kürtçe Üniversite” haber başlığını görünce önce bir duraksadım.

Bunda apaçık bir terslik var. Kulakları tırmalıyor. Ne bu derken aklıma bir anda Bülent Ersoy geliverdi.

Bülent Ersoy’un dediği gibi biz aptalız, onlar akıllı ya. Akıllılıklarını her fırsatta gösteriyorlar. Bülent Ersoy’u niye mi örnek veriyorum? Nedeni çok basit, okuyanın ilgisini çekmek için. Algımızla nasıl oynandığını, çepeçevre nasıl sarıldığımızı gösterebilmek için… Okunmak için, senin doğruları yazman yetmiyor. Ne yönde, ne konuda olursa olsun, ünlü olmak gerekiyor. Ceyda Düvenci, (oyuncu- artist) ne suya ne sabuna dokunan, ortadan bir laf etti, bu lafının bir yerinde Silivri’de asıl akıllı adamlar(akil) dedi ya, bu sözleri bilgiağında okunma rekorları kırdı. Okumayanın hatırı kaldı… Amerikanca “Süper! Süper!” çığlıkları, ah canım benim, ne de doğru demiş, aferin kız, işte budur!” lafları bir anda ortalığa saçıldı. Bülent Ersoy’un ününden yararlanalım bari, madem doğru bir laf etmiş, dokundurmalı, biz aptalız o akıllı demiş akıllılar (akil- yiyici) arasına seçilen iktidar yalakası arkadaşına…

Bülent Ersoy diyelim, yerimizde şöyle bir kıpırdanalım, arkasından sözü bu Kürtçe üniversite haberine bağlıyalım.

“İlk Kürtçe Üniversite” haber başlığını görünce önce bir duraksadım.

Kürtçe üniversite. Böyle bir söz hiç bir dilde yoktur. Yunanca üniversite, Almanca üniversite, İngilizce üniversite…

Duydunuz mu hiç?

Hay gözünü sevdiğim, sen neymişsin meğer, gazeteciler şahı olmalısın. Habercilerin şerinşahı!..

Nasıl yaranalım iktidara, nasıl biraz daha kıvırtalım, nasıl bu bölünme işine bir şeyler daha katalım derken işin ayarı bir iyice kaçmış. Atatürk’ün, bu devletin yüce kurucusunun devlete hizmet etsin, yüceltsin, yalandan yanlıştan, algı yanıltan, düşman haberden korusun diye kurduğu bir haber kurumunun -Anadolu Ajansı (AA)- haberi bu.

Haberin ne olduğunu görmek için ilgili sayfasını açıyorsunuz. Devamı şöyle:

İlk Kürtçe Üniversite kuruluyor. Eğitim dili Kürtçe olan Türkiye’nin ilk üniversitesi Diyarbakır’da kuruluyor.

Bir, bir yerel ağız söylenerek bir üniversite kurulmaz. Ad denecekse millîyet denir. Örneğin, Amerikan üniversitesi.

Amerikan devletine ait olan. Ne bu Kürtçe üniversite?

İki, eğitim dili Kürtçe dedin mi, A’dan Z’ye her ders Kürtçe, demektir.

Sen Kuzey Irak kukla yönetiminde bunu yapamadın. Arapça’dan ayrılınca, bölgeyi Amerikan yardımıyla hoppadak havadan kapınca, oradaki Türkmen- Arap nüfus kayıtlarını da bir güzel yakınca, oldu bir kukla yönetim. Devlet olması için de dil gerek. Hani nerede dili? Denemişler, olmamış. İlköğretimde bile yetmemiş, iş gitmemiş…Tutmuşlar İngilizceye döndürmüşler eğitimi. Ne oldu o zaman? Amerikan sömürgesi bir bölge.

Bu eskiden beri Türk düşmanı ama İngiliz yanlısı, Amerikancı Kuzey Iraklı aşiretler şimdi bizim ülkemize yol gösterici oldular. Kelin ilacı olsa kendi başına sürermiş. Çoğu Türkçe sözcüğe biraz Arapça, Farsça, az biraz da Ermenice kat, karıştır, İngiliz de sana bir ayrıcalık olsun diye İngilizceden üç harf katsın uydurduğu alfabeye. Seni bölmek için, topraklarını İsrail’e, Yahudi’ye, sınırlarını kabul etmeyen, topraklarında gözü olan Ermeni’ye vermek için ayrı bir halk yaratmak için anadilleri kültür dili diye yutturmak…Türkçenle ulus dilinle yükseleceğine yerel ağızların ilkelliğinde boğul! diyorlar…

Gelelim haberde geçen, bu üniversiteyi kurma kararı alan bizdeki Mezopotamya Vakfı üyelerine. Olmayan bir tarih yaratmak, bölücülerin amaçlarına yardım etmek, ayrılıkçılara köken, kalıp uydurmak için bizdeki “pe ka ka” sevicileri bu tarih kokan, günümüzde kullanılmayan, eskinin, fi tarihinin Mezopotamya adını pek sever, pek bir kullanırlar. Kendileri akıllı biz aptalız ya.

Şimdi bunlar, birbirini anlamayan kaç yerel ağızdan hangisini alıp Kürtçe dediler bilmiyoruz ama -büyük olasılıkla Kuzey Irak’taki kukla yönetimin diline demişlerdir- Amerikan kuklası ağabeyin bu işi ilköğretimde bile kıvıramadı, siz üniversitede nasıl kıvırtacaksınız denmez mi bunlara? Denir. İlk- orta- lise hepsini aşmışlar. Zıp diye zıplamışlar. Üniversiteye konmuşlar. Üniversite bilim yuvası, bilim üzerine araştırma, öğrenme, öğretme yeri. Neyle yapacaksın bütün bunları? Anamalın ne? Elindeki sermaye ne?

Gösterin bir bilimsel kitabınızı, bir bilimsel yayınızı, bunları bırakın o dediğiniz ağızdan bir roman gösterin. Dünyaca ünlü olsun. Yazılsın, basılsın, yayılsın. Başka dillere çevrilsin. Bir tanecik okuyucusu olsun? Üzerinde konuşan olsun? Baştan sona o değiniz ağızla yazılan, günlük çıkan bir gazetecik gösterin. Bir toplantınızı baştan sona o dediğiniz ağızla yapıverin. O ağızla bilimsel makale yazın.

21 Mart bölücü gövde gösterisinde görevli kadın önce o yerel ağızla okumuş katilbaşının o çok önemli (!) bildirgesini. Toplananlardan tepki falan gelmemiş. Koyun kaval dinler gibiymiş herkes. Anlamadığı lafa ne yapacak başka? Ne zaman aynı lafın Türkçesi okunmuş, ortalık bağırtı çağırtıdan inlemiş. Alkışı anca akıl etmişler. Niye miş’li geçmiş zamanla yazıyorsun, masal gibi anlatıyorsun derseniz, o pis gösteriyi ben izlemedim. İzlemem de. İzleyen kaç kişi böyle anlattı. Açığa çıktı bunlar dediler. O dedikleri ağzı bilmiyorlar, anlamıyorlar bile, dediler. Okuyan da dura dura, heceleyerek okumuş.

O kalkışmayı izleyen herkes bu gerçeği görmüştür. Yine de aynı konuda direniyorlar. Aynı konuda her gün yeni mallarını pazara sürüyorlar.

Bu bir ay içindekurmak için başvuracaklarını söyledikleri üniversite hikayesi de öyle. İşin foyası daha haber okunurken meydana çıkıyor. Sakladıkları, işin gerisindeki oyun kabak gibi ortada. Haberin devamını birlikte okuyalım. Utanmadan yazmışlar. Bakın neymiş?

“Üniversitede Türkçe ve İngilizce’nin yanı sıra ilerleyen süreçte Ermenice ve Süryanice de eğitim verilmesi planlanıyor.”

Amaç göstermelik bir yerel ağızla işe dalıp, böyle bir eğitim dili var, ben ayrı bir toplumum, halkım, ey dünya görün, ey millet gör, beni iyi dinle deyip, bu durumu kayda geçirtip sonunda çaktırmadan eğitimi İngilizceyle yapmak. Bu arada Ermeniceyi de Türk üniversitelerinde eğitim dili diye kabul ettirmek. Ermenice kendi ülkesinden, Ermenistan’dan başka nerede eğitim dilidir? Bu kabul edilebilir mi? Yerel ağızlar eğitim dili olursa, olamaz ama kağıt üzerinde böyle oldurulursa, kimsenin konuşmadığı ülkemizde birkaç bin kişinin bildiği Ermenistan dili eğitim diline döndürülürse bu işin sonu nereye varır? Ermenice ders değil, eğitim dili. Yerel ağızlar öyle. Eğitim dili olacak. Aradaki fark dağlar kadar! Kuzey Irak ağzı yetmemiş, Süryaniceyi de eğitim diline çevirtmek.

Ders dili değil, dikkat ediniz eğitim dili, eğitimin dili.

Tarihi coğrafyayı, matematiği ilimi bilimi bunlarla yani yerel ağızcıklarla verecekler, verebilirlerse tabii… Ardından ne kadar ağız ağızcık varsa sür ortaya. Kürtçe diye başlayıp İngilizceden, Ermeniceye geçmek… Türkçeyi kendi ülkesinde, üniversitelerinde çerez durumuna düşürmek. Devletin egemenliğini elinden almak. Yeni dillerle devletçikler yaratmak…

Bu pis küresel oyun artık iyice mide bulandırıyor. Baştan denildiği gibi, biz aptalız onlar akıllı… Böyle sanıyorlar.

Akıllı geçiniyorlar.

“Akıllı sözünü akılsıza söyletirmiş. ”Aptala malûm olurmuş:

“Küresel çete bunları kullanıyor.”

Aptal yerine konuldukça işi aptallığa vurduğumuzun ayırdında değiller…

“Akıl var yakın var.”

Türk ulusu aklını peynir ekmekle yemedi.

Akıl akıl, gel çengele takıl…

Feza Tiryaki, 11 Nisan 2013

İLK KURŞUN

FEZA TİRYAKİ : Bayrağa Karşı

ly16z.jpg

Sekiz Nisan’ı da kayda geçirdik.

İlerde bu gün hep anlatılacak.

Elleri Türk bayraklı, ucu bucağı görünmeyen bir kalabalık,

Ay yıldızlı al bayraklı, aralarında parti bayraklı, dernek bayraklı binler, on binler…

Bakın resimlerine, yaklaştırın onları gözünüze, hepsi siz.

Bu ben miyim diye şaşırdığınız bile olur.

Bakışlar aynı, duruş aynı, yüreklerin atışı aynı…

Ötede dizi dizi otobüsler, yeşil tarlalar boyunca yol kıyısında durur…

Tarla yolunda uzayıp giden kırmızılı sel, gelincik seli, bayraklı sel…

“Gelen vatandaşların otobüs seli ufku kapladı!” dedi, Serdar Ateş, orayı anlatırken.

Nazan Ümit, “Tam bir savaş yaşandı orada, yalnız bariyerler değildi yıkılan, Cami minaresine bayrak dikildi, öyle okundu ezan!”diyor.

Silivri’de yaşananları şöyle özetliyor: “Dönmek yok dediler, başardılar!

Bu daha bir, ama gerisi de gelecek, hepsinin dizleri titreyecek!”

*

21 Mart nasıl unutulmadıysa, Bir avuç bölücü kürtçü ırkçının, yayılmacı, sömürgeci kulunun, işbirlikçi hainin Başrolde oynadığı bu küresel “oyun günü” nasıl aklımızdaysa, Türkiye’nin kolunu koparma denemesi, kudurmuş, azmış sürüsü, Gözümüzden bir an bile gitmediyse, o günden beri, 8 Nisan’da yurtseverlere yapılan da unutulmaz, hepsi belleklere kazındı.

İstediklerini Meclis’te bile millete karşı demediler mi?

Onu verdin, şunu da ver, şu da yetmez bunu da, kolun yetmez boynunu da…

“Bize vermen yetmez herkese ver”e dönmedi mi işin sonu?

Türkiye’de devlet, şehir devletlerine bölünsün, Her parçası kapanın elinde kalsın, Lazı da alsın, Çerkezi de, otuz altı bilmem nesi de… Derlerken, hem de teröristin Meclis’teki vekili, öyle dinlemedik mi?

O günleri nasıl unutmayacaksak,

8 Nisan da unutulmayacak!..

Her iki gün, her iki günde basın yayın, Her iki günde iktidar, her iki günde denenler, aynen kayda geçecek.

21 Mart bölücü kalkışmasıydı, devleti yönetenlerin gözetiminde yaptırılan.

Bayrak yerine ellerde çaputlar taşınan, Bir katile övgüler düzülen, Diyarbakır’da hem de.

Türk tarihinin bu büyük kentinde.

Devlet içinde başka bir devlet kurulacağının açıkça söylendiği gün.

On binlerin katilinin duyurusu okunmuştu, kürsüden, mikrofonda.

Kimsenin anlamadığı bir yerel ağızla konuştular Diyarbakır meydanında.

Kürdüm diyenin bile anlamadığı, kaç çeşit yerel ağzın olduğu bölgede.

Dünyada olmayan bir dil adı verdiler, Barzani’nin konuştuğu ağıza.

Türk diyarında, bir yerel ağzı ikinci bir dilmiş gibi duyurdular.

*

Askerimizin, polisimizin, insanımızın kanına girmiş, İnsanları yaralamış, sakat bırakmış, canlarını almış, Örgüt üyeleri sırtlarında tüfekleri, yüzlerinde bezleri, El kol sallayarak konuşmuşlar, dolaşmışlar ortalarda…

Gazetelerde överek anlattılar bu gelenleri, katilleri, dediklerini…

Yol kesmiş, otobüslerde asker kurşunlamış, Türk askerini pusuya düşürmüş, Türk karakollarını basmış, Türk Ordusu’na silah çekmiş, Polise kurşun atmış, yollarına mayın döşemiş azılı haydutlar; Orta yerdeydi, baş köşedeydi, söz sahibiydi.

Bundan önce de Paristen devlete getirttikleri, Devletin aracında, uçağında taşıttıkları üç eşkiya ölüsü vardı hatırlarsanız.

Görenin içini burkmuştu yapılanlar, tabutların üstünde yasadışı örgüt çaputları, Canileri öven konuşmalar yapılmıştı, ellerde katilbaşının resimleri vardı.

Yine aynı kentte, aynı yerde buluşmuşlardı.

Yasa dışı sözlerle, bezlerle, yazılarla, resimlerle.

21 Mart o günün daha üste taşınmasıydı, teröristin kutsanmasıydı…

Korkutarak topladıkları çaresizlerle, şaşkınlarla, vatan hainleri bir aradaydı.

Bilgisayar oyunlarıyla azı çok göstererek, abartarak, şişirerek Ortalığı çaput bayramına çevirerek göz dağı verdilerdi, Günlerce gösterilmişti, gözümüze gözümüze sokulmuştu görüntüleri…

*

Bakın ha, kalkışırız, yakar yıkarız, öldürürüz dedilerdi…

Elli bin kişiyle geliriz ha diye kulak büktülerdi.

O gün nasıl bir kalkışma denemesi yapıldığını görmüştü ulusumuz.

Bu yapılan yasadışı hareketlere karışılmadığını, Güvenlik güçlerinin ortadan çekildiğini, kalkışmayı öyle seyrettiklerini, Satılmış basın yayının alkış şamata yaptığını, ortalığı sevinçten yıktığını, Günler günler önceden yaygaraya başladığını…

Televizyonlarda, kalkışma denemesinin bayramının yapıldığını, Sabahtan akşama canlı yayınla görüntülerin verildiğini, Ortalığın ayağa kaldırıldığını, ortalığın çakallara bırakıldığını, İhaneti, ilkelliği, iğrençliği, işbirlikçiliği gördü Türk ulusu…

*

Ulusumuz bu günü de gördü.

8 Nisan’ı, on binlerin, yüz binlerin sis altındaymış gibi gösterilmediğini, Sanki böyle bir günün yaşanmamış sayıldığını gördü.

Gündüz biraz anlattılar ama akşam bu haberi haberlerden çıkardılar.

Yandaş basın yayın bir olup sustular.

Devletin habercisi, TRT muhabiri, orada halkından şöyle söz ediyordu:

Yayını canlıydı, habere bağlanmıştı:

“Silivri’de bir kalabalık toplanmıştı.

Bariyerleri devirdiler, jandarma müdahale etti.

Yoksa duruşma salonuna girmek istiyorlardı,”dedi.

Köksal Gökçe, Silivri önünde, Öz Türkçe adlı bu delikanlı, Elinde mikrofonu, ruhu oradakilere yabancı, ağzı sanki yayılmacı ağzı.

Bir robot gibi söylüyor: “Duruşma başladı ama gergin başladı.

İşçi Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürkçü Düşünce Derneklerinden oluşan bir grup vardı.

Bu grup bariyerlere dayandı.

Polis ve jandarma biber gazı sıkıyor, çok sayıda gösterici var, Duruşmayı basacağız demişlerdi, gösterici duruşmayı basıyor.”

*

Böyle derken sanki düşmanından söz ediyor, Ayrılıkçı bölücüden, İsrailli destekçiden, teröristten haber veriyor. Bunlar denirken, resim çekicisi tek kare resim göstermiyor,

En öndeki binleri, on binleri, gerilerdeki yüz binleri gizliyor…

Karanlık pis bir hapishane avlusu. Hava kapalı, yağmurlu, rüzgâr, soğuk…

Demir yığınları eğrilmiş bükülmüş, bunlarla yolları kapatmış iktidarın polisi.

Elleri kolları bombalı- fişekli, arkada gizlenmişler başları kasklı.

*

Gelenler coşkulu, sevinçli, dillerinde: “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sözü.

Yüzler gülüyor, halaylar çekiliyor, dillerde İstiklal Marşı.

Anlatan sunucu, partilerin adını diyor da, bayrağını görmezden geliyor!

Sesleri duyuyor da ne denildiğini duyurmak istemiyor.

Herkesin elinde Türk bayrağı, al bayrak, rüzgârda havada uçuşuyor.

Gelenlerin bir ucu kapıdaki barikatta, bir ucu görünmüyor, bunları hiç demiyor!

Böyle gelene, Türküm diyene, eli bayraklı, genç yaşlı, on binlere, Birdenbire gaz sıkıyorlar, üstlerine gaz bombası atıyorlar, gazlı fişek…

“Polis müdahale etmişmiş, tazyikli su püskürtmüşmüş…”

*

Bölücüyü kıyıda sessiz seyreden, burada değişiyor,Eli kanlının kalkışmasını, ayrılıkçı gösterisini kolluyor, gülücükle izliyor…

Yandaş basın yayın burada zevkle hökürdüyor, yapılana bayılıyor.

Sanırsın bir düşman memleketinde, düşmana saldırıyı anlatıyor:

“Silivri’de olaylı gün!” “ Silivri karıştı!”

“Sessiz duran jandarma çekildi, polis ileri sürüldü.

Biber gazı da sıkılmış durumda, kokusu buraya geldi, Duruşmayı izliyor, çok sayıda CHP’li milletvekili, İzleyiciyle birlikte alkışladılar heyeti, alkışları tepki.

Salonun dışındaki sesler buraya da yansıyor, Polis ve jandarma durmadan biber gazı sıkıyor!..”

*

Oradan, Ayşe Öz, sonrasını akşam bize anlattı:

“Oradakiler aynı duyguyu paylaşan yüreklerdi.

Erkeklerin yumruğu sıkılı, kadınların gözleri çakmak çakmaktı.

Gençlerin disiplinliydi kararlılığı…

Asla saldırgan değildi kimse, yalnızca yayılmacının oyununa isyanlı…

Öylece duran insanların üstüne o zemheri ayazında tazyikli su sıkıldı.

O namuslu insanları canından bezdirmeye azmetmiş bir kere küresel Deccal.

Altı aylık bebelerin, bastonlu ninelerin, koltuk değnekli dedelerin üstüne, Gökten yüzlerce gaz bombası yağdı, insanların bunu aklı almadı…

Pek çok sivil görevli kalabalığa karıştı, her yere gaz kapsülü bıraktı.”

*

Şevket Uçkun, alıyor sözü: “ 8 Nisan Silivri,

Burada nükleer kaza olmadı, nükleer silah kullanılmadı.

Buradaki görüntü, nükleer savaş sanki, ortalık duman, sis, fışkırtılan su.

Burada Amerikan malı kimyasallar, Amerikan gazları kullanıldı.

Adalet arayan Türk halkına, Türk polisi tarafından sıkıldı.

8 Nisan, tarih sayfalarında utanç tablosu olarak çoktan yerini aldı.”

*

Uzun menzilliymiş bu gaz bombaları. İki kilometre uzağa kadar atılmış.

Oradakiler anlatıyor, canlı tanıkları, genç şairler bu günü arkadaşlarına yazıyor:

“Kuyruğun sonundakileri bile gaz vurdu, altmış yaşın üzeri çok etkilendi.

Yüzleri yandı, yine de vazgeçmediler, dinlenip yollarına devam ettiler.

Rüzgâr yardım etti, can kaybını önledi.”

*

Gidemeyenler televizyon başındaydı o gün.

Ulusal Kanal’ı, Başkent Televizyonu’nu (Kanalb) hiç kapamadılar.

Kanalb habercisi Pervin Karakullukçu, ağlamaklı, perişan bir sesle aktardı olanı:

“Gelenler barikatları zorlamaya başladılar, yıktılar.

Çok sert müdahale etti jandarma, suyla, biber gazıyla,bombayla…

İnsanlar boş tarlalara gittiler…

Gaz bombaları ardı ardına atılıyor.

Yerde yatan yaralılarla, nefes alamayan insanlarla dolu burası.

Sloganları sürdürüyorlar, Silivri’den gitmeyeceğiz diyorlar.

Jandarmaya çok tepkililer!..

Burada biber gazından etkilenen basın yayın, vatandaş, Herkes birbirine yardım etmeye çalışıyor.

Jandarmaya müdahaleyi kesmesi yönünde anonslar yapılıyor, Biz konuşmaya zorlanıyoruz…

Beş dakikadır biber gazı atılmıyor, ama her an yeniden başlayabilir.”

*

Bundan sonrasını izlemeye dayanamadım, geri kalanını gazetede okudum, Gidenlerden dinledim, görüntüleri izleyenlerle konuştum.

Gülay, dakika dakika canlı yayını paylaşan bir Atatürkçü dernek üyesi, Ağlayarak anlattı bir gazinin konuşmasını, soruyor, duydun mu?

“21 Mart’ta polis teröriste, resmine, cismine kılını kıpırdatmadı.

Niye verdim ben kolumu bacağımı, vatan için koydum ortaya canımı, Komutanıma geldim, komutanıma bu hak görülen reva mı?”demiş Gazi.

*

Gün içinde, “On binlerce kişi Silivri’ye akın etti” diyen Hürriyet, Öğleden sonra su koyverdi, haberi yok saydı, başlığına bile almadı.

TRT kanalları, Silivri’de bunlar yaşanırken, on binler akın akın yollardayken, Eline bayrağını alan “sözde mahkemenin” kapısındayken, Üzerlerine gaz bombası atılırken, tazyikli su sıkılırken, Gözlerini kapadı olana bitene.

Devlet televizyonu canlı yayından maç anlattı, maç baktırdı.

Canlı yayına bağladılar kanallarını gün ortasında ama sıradan bir toplantıya.

197 ülkeden iki bin katılımcı, Birleşmiş Milletler Orman Forumu” için gelmiş.

“Başbakan burada bir konuşma yapacak.

Ormanın bu günü, yarını masaya yatırılacak!

Gelen iki bin kişinin güvenliğini, Birleşmiş Milletler ve İstanbul üstlendi.”

Diye haber verdiler, televizyondaki cici hanımlar, pek cici beyler.

İstanbul önemli bir zirveye daha başkanlık ediyormuş.

Kimin umurunda, öte yanda halka gaz, su sıkılıyormuş.

Bakınız güvenliği de Birleşmiş Milletlerle İstanbul üstleniyormuş.

İstanbul diye bir devlet var sanırsınız, Türkiye Cumhuriyeti yerine.

Çok düşündürücü, şehir devletleri geliyor mu ne?

*

Yeni konular da sürüldü piyasaya, “ Kandilin mektubu İmralı yolunda.”

Çok Türk askeri öldürdük biz, diyenin ağzına bakılıyor, Kanlı terörist başı vatandaşa baş sayılıyor.

Bayrağa karşı sular fışkırtılması, üstüne gaz bombası atılması, Görmezden bilmezden geliniyor…

Demiş ki bugün, iktidarın Başkan Yardımcısı:

“Silivri’de yargı baskına uğradı. ”

Bu CHP Milletvekili örgüt lideri.”

Mert Kaan haberin altına yazmış gerekeni:

“CHP Milletvekili örgüt lideri, yargılanan Genelkurmay Başkanı örgüt üyesi, Türk bayrağı açanlar terörist!” Vallahi “ Şaka gibi!..”
*
Tek satır Silivri’den haber vermeyen ülkemizin gazeteleri,Aynı anda başlığa aldı, el memleketinden küçücük bir haberi:

“Roma savaş alanına döndü!” dün akşamın üst manşetiydi.

Gülelim mi ağlayalım mı, basının içler acısı hâli.

Bayrağa karşı yapılanı kimse duymadı, kimse görmedi gibi.

Dün öyle bir gün yaşanmadı sanki…

Hapishane önünde gaz sıktıranlar, halka, bayrağa karşı:

“Silivri’de yargı baskına uğradı !” dedi de, buna kimse şaşmadı…

Haydi hayırlısı…

Feza Tiryaki, 9 Nisan 2013

İLK KURŞUN

FEZA TİRYAKİ : Uyan Gel Gözlerim Gafletten Uyan “Böyle gitmeyine n menzil alınmaz !”

lt8x9.jpg

Uzun öğretmenlik yıllarımda en çok dikkat ettiğim şey öğrenci ayırmamaktı. En tembelini de, en çalışkanını da, en haylazını da bir tutmak. İster zengin, ister yoksul, isterse aileleri tanıdık olsun, aileleriyle aramızda sorun olsun, onlara hiç farkettirmemek…

Biz “Cumhuriyet Öğretmenleri” olarak, yetiştiğimiz öğretmen yetiştiren okullarda bunu öğrendik. Evlerimizde de bunu gördük. Mahallemizde, kasabamızda eşit bireyler olduğumuzun bilinciyle yaşadık. Bizim öğretmenlerimiz de aramızda ayırım yapmazlardı.

Sınıfta Türkçe derslerinde büyük çocuklar, en çok, bir okuma parçasını sınıf önünde okumayı, küçük sınıf çocukları da, okunan parçanın rol paylaşımını oynamayı severlerdi.

Hepsi yarışırcasına parmak kaldırır, istekli olurlardı.

En yapamayanı, en kötü okuyanı bile ayırmaz, sırayla hepsine aynı imkanı verirdim. Kendi çocuklarım da sınıfımda okudular, onları değil kayırmak, aksine hep ayırım yapmamak adına ihmal ettim. İki kişi parmak kaldırıyorsa, biri benim çocuğumsa hep diğerine söz verdim. Hatta hiç unutmuyorum oğlumun sınıf arkadaşları, aralarından birinin benim çocuğum olduğunu aradan aylar geçtikten sonra tesadüfen öğrendilerdi.

Değil kendi çocuğuma iltimas geçmek( çocuğumu kayırmak), not verirken hep daha az not verdim. Olur ya arkadaşlarının aklına kayırıyor düşüncesi gelir diye… O küçücük ve genç gözlerde, gönüllerde suçlanmak, onların güvenini kaybetmek en çok korktuğum şeydi.

Şimdi yaşananları görüyorum, duyuyorum da, “Biz başka bir dünyada mı yaşadık, bu insanlar neredeydiler? Nereden geldiler? Nasıl bu kadar arsız, utanmaz, aç gözlü, yüzsüz olabiliyorlar?” diye düşünüp duruyorum.

Bizden utanmıyor, çekinmiyor, korkmuyorlar; peki o sığındıkları sahte din kisvesi altında kandırdıkları dindarlardanda mı utanmıyorlar?

Sevenlerinden, yakınlarından hiç mi utanmazlar?

Çocuklarının yüzüne nasıl bakıyorlar?

Bunlara inananlar, hâlâ arkalarından gidebilenler bunu nasıl yapıyorlar?

Yoksa bunlara inanan, bunları şakşaklayan kalabalıklar, düşünce yetisini kaybetmiş, cemaatlerin kölesi olmuş topluluklar mı?

Veya ortak oldukları mal paylaşımı, hırsızlık, talan… onların akıllarını mı almış başlarından da böyle suskunlar…

Bu akşam adı İngilizce olan, çoğu programları İngilizce konuşmalı, Türkçe alt yazılı olan Bloomberg HT kanalını,(Bir sömürge ülkesinin Tv’si sanki) son günlerde her akşam izlediğim “Kelime Oyunu” adlı Türkçe kelime bulma yarışmasının ardından açık unutmuşum.( Yazı yazarken çoğunlukla televizyonun radyosunu açıyorum.) Baktım, magazinci ünlü bir gazeteci, ekranda karşısına Orhan Gencebay’ı almış, söyleşi yapıyor.

Orhan Gencebay sanki bizim ilk gençliğimizin Orhan Gencebay’ı. Yıllar ona hiç değmemiş(ekrana çıkanların yüzüne sürülenleri unutmayın).Sırma gibi saçları dökülmemiş. Bir beyaz teli görünmüyor. Vücudu hep öyle kalıplı, dimdik…

Kendine güvenli, çok sevildiğini bilmenin ve bilgili olmanın (!) verdiği bir özgüvenle oturuyor.

Büyük sınıflarla yaptığımız derslerde çocuklara arada sınıfa müzik kaseti getirip sınıfta çaldırmalarına izin verirdim. Eğlenirken yapardık bunu veya grup ödevi hazırlarken kulaklarımız kendi müziğimizi duysun, alışsın diye çalardık…

Ben getirmişsem Türk Halk Müziğinden türküler getirirdim. Türk Sanat Müziği kasetleri de çalardık…

Bazen müziği çocuklar kendileri evlerinden getirirlerdi. En çok getirdikleri Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, İbrahim Tatlıses kasetleriydi…

Çocuklar daha çok arabesk müziği dinlemeyi severler, ısrarla kendi getirdiklerinden dinlemek isterlerdi.

Orhan Gencebay hayranlığına şaşar kalırdım. Sonra TV’lerdeki “Popstar” yarışmalarından Orhan Gencebay’ı daha yakından tanıdık. “Kültürlü, ağırbaşlı, konuşmasını, dinlemesini bilen efendi bir sanatçı… ”derdik.

Siz şimdi bu kadar sevilen, küçük büyük herkesin gönlünde yer tutan birinden halkının yanında olmasını, gerçekleri göstermesini beklersiniz değil mi?

En azından yalan söylememesini…

Yeni kaseti üzerine konuşuluyor (ağız alışkanlığı, kaset demişim, artık CD var, albüm var). Adı Ergenekon’muş, değiştirmiş.

Sunucu ha bire soruyor : “İsim değişikliği Ergenekon Operasyonları dolayısıyla mı ? ”

Bir iki kez duymazdan gelindikten sonra nihayet şöyle deniyor : “ Ergenekon atalarımızın destanıdır. O başkadır. Bir de Etrüksler’i ilâve ettim. ”

Sonra “ Etrüksler’i anlatıyor. Albümün adı “Berhudar Ol ”muş. Albümün adı önce Ergenekon’du, on yıl önce böyle koymuştum adını. ”diyor.

Söyleşinin başında da “Açılım ” sorusu soruluyor Gencebay’a. Kahvaltıya katılmışmış… Burada da dedikleri :

“Aslında demokratik açılım dememek lâzım olurdu. Cumhuriyetin Açılımı denilmeliydi.”

Şiir gibi konuşuyor. Tutanı yok ya… Önemli olan kulağa hoş gelsin:

“Ülke ile ilgili duyarlılığımızı geliştirelim.” Ülkeye bu duyarlılıkla, dil, din, cins ayırımı olmadan sahip çıkacağız.”

“Cumhuriyet döneminde alınan kararlar, atalarımızın bu Cumhuriyeti kuranların kararları tam uygulansaydı…”

Ve sonra metafizik konularından tutun, felsefeden çıkın, Gencebay her konuda ders verdi, derinliğini (!) ortaya koydu.

Ve bu kadar sevilen, bu kadar sözü dinlenen, saygı gösterilen, adeta bir efsane niteliği taşıyan sanatçımızın ülke sorunlarındaki duruşuna bakınız.

Neredeyse “Açılım”ın avukatlığına soyunacak!

Çevrilen küresel dümenlerden habersiz gibi davranacak!

İktidarın “milliyetçilik karşıtlığını ” daha doğrusu “milliyetsizliğini” görmezden gelecek… Görmezden gelmekle kalmayacak, “övecek!“

Ne için? Artık “ahir ömrüne” ulaştığı şu günlerde kesesine üç beş kuruş daha aktaracak diye mi?

Biz, “Atatürkçü’yüz, Cumhuriyetimiz’in değerlerine bağlıyız “ diyenler işte bu yüzden tam bir aymazlık içindeyiz.

Tarikatler, cemaatler, Cumhuriyet düşmanları önce parasal yönden güçlenmeye çalıştılar. Büyük paralar topladılar. Yolsuzlukmuş, hırsızlıkmış bakmadan her para toplayanı desteklediler, kesenin ağzını açtırdılar halk kitlelerine, kandırarak veya kandırmayıp yapacaklarını kulaklarına açıkça söyleyerek…

Biz ne yaptık? Hep kişisel kazanç ve kişisel bencilliğimizin peşinden koştuk.

Şu an da bile sanmayın ulusalcı yazılar yazanların, milleti coşturanların hepsi milletini vatanını düşünüyor?

Böyle olsaydı tek el, tek yumruk olurduk ! Tek ses çıkarır, birbirimizin elinden tutardık…

Feza Tiryaki, 3 Mayıs 2010

İLK KURŞUN

Ek açıklama: Neredeyse üç yıl önce yazılmış bir yazımdan yukardaki satırlar. Bu güne göre, pek ılımlı, pek kibar, pek dikkatli yazmışım. Bugünün çıkarcılarına yazıda “sanatçımız” demişim. Oysa ta o zamanlar, sanatçı geçinenlerin üstlerindeki yaldızlı sır dökülmüş, başlarındaki kel görünmüşmüş çoktan … Şimdi şaşıranlara bir anımsatma olsun bu yazı. Onlar eskiden de aynıydılar. Tek biz ayırdında değildik. Bunlara toz kondurmadık! Paramızla paralarına para, alkışlarımızla ünlerine ün kattık!..

FEZA TİRYAKİ : “YOK EBENİN ÖREKESİ!”

lsb57.jpg

Alıştık, alıştırılıyoruz. Ne dense eyvallah. Ne yaparlarsa biraz aramızda “car car car…” O kadar.

Bu akıllar bu fikirler, imam okullarında okumuş, ezber eğitimle kafalarını doldurmuş, tarih bilmez, ilim bilmez, irfan bilmez insanların işi olamaz.

Bunun başında, hinoğlu hin bilirkişiler, dünyaya parmak atmış yöneticiler, araştırmacılar var. Bizi öldürmeye yemin etmiş, bu yolda her şeyi yapmaya hazır düşmanlarımız var.

Katilbaşı yargılanırken hiç unutmam, hep etrafıma sorardım, niye seviniyorsunuz, bunu katillikten yargılamıyorlar, cinayetlerini sormuyorlar, her bir cinayetine ömür boyu hapis vermiyorlar. Bunun suçunu ben anlayamadım, neden devlete karşı suçlardan yargılanıyor, neden adi suçları, caniliği konu edilmiyor?

Nedeni çıktı: “Devlete karşı suçlar affedilebilirmiş!” Bunu duyunca şaşırdınız mı? “Yok ebenin örekesi!” dediniz mi?

Eğer dedinizse bu sözü, bu söz artık ağzınızda sakızdır. İnanılmayacak ne varsa hepsi oluyor! Denmeyecek ne varsa hepsi deniyor!

Katilbaşının doğum günü her yerde kutlanacakmış. Terör suçsa, katillik suçsa, asker kanı, polis kanı, vatandaş kanı dökmek suçsa, bu suçları işleyeni değil kutlamak adını bile andırmazlar. Demek ki bizde, suç suç değil! Şaka yollu bunu kutlayan yazarlarımız var, caniye şakacı şakacı takılıyorlar.

Ne diyeceksiniz bunlara?

Olmayan suçlardan insanımız hapiste. Hem de ömür boyu hapisleri istenerek. Tek bir cinayet işlememişler, içerdeler, ömür boyu hapisten yargılanıyorlar.

Bir önceki Genel Kurmay Başkanı tutuklu yargılanıyor, teröristmiş.

Teröristler salıveriliyor, işe bakın hele, meğer onlar terörist değilmiş.

Bunlar şaka olsa gülün geçin. Acı yanı bunların hepsi doğru. Her gün bunların üstüne yenileri ekleniyor.

“Aaa! Deme!” “ Ne! Olamaz!” “ “Bak sen, doğru söyle!” “ Çüş! Bu kadar da değil!” “ Vay canına!” “ Aman Allahım!” “İşin ucunu kaçırmışlar!”

Kimi böyle söylüyor, şaşkınlıktan ağzını kapayamıyor, kimi öyle her denene, her olana kayıtsız, tepkisiz durup duruyor…

Elimizden çıkan çıkana, alınan alınana… Kimliğimizi, devletin özünü almaya kadar iş ilerledi… Kimse işi gizli saklı götürmüyor, korkacakları bir yasa, yaptırım kalmadı önlerinde.

En üste oturan, “Türklük önemli değildir”. demiş son olarak. Bir altındaki, “Ben Türk değilim.”demişti, ta ne zaman. Gürcü’ymüş… Avrupa’ya güvence vermiş, sevindirmiş, orada bir yemekte demiş önceki yıl: “Anayasanın Türklük vurgusu yapan ilk üç maddesine ihtiyaç kalmadı.”

Bunu diyen, partilerinin başkan yardımcısı: “Biz diyoruz ki BDP’ye ( yani pkk’ya), gelin A. Öcalan’ın bütün fikirlerini Meclis’te söyleyin.”

Bu Öcalan dediği, belki bilmeyen vardır, duymayan vardır, bir yabancı okur da anlamaz ne değimizi, bu, Meclis’te fikirlerini söyleyin denilen kişi 54 binin katili olan katilbaşı. Ne, şaka, ne, eşek şakası. Fikir suçlusu, okumuş, bilge birinden söz ediliyor gibi geldi size değil mi? Bir iktidar partisinin başkan yardımcısı dediğine göre bilmediğimiz bir ilim adamları var, cezalı ama fikirleri ülke için önemli, böyle anlarsınız değil mi? Katilbaşından böyle söz edilmesine bir muz cumhuriyeti vatandaşı bile akıl sır erdiremez.

Erbakan için hazırlanan bir yasa varmış, o yasayla katilbaşını da eve alacaklarmış. Her denilen sonra olduğuna göre, bu iğrenç haber de gerçekleşebilir mi?

Vatan gazetesinin bir ulusalcı yazarı yazdı, bir sürü konu arasına şöyle sıkıştırıvermiş, sanırsınız küçük bir dedikodu yazıyor. Dediğini başka bir ülkede diyecekler, örneğin Yunanistan’da Yunan’a diyecek biri, ülkeleri yerinden oynar. Kıyamet kopar.

“Bu anlayışın, devletimizi yıkıp yerine kuracağı (karnında Barzani’nin piçini taşıyacak, kırk yamalı bohça şeyin) sözde devletin adı belliymiş. “Anadolu Birleşik Devletleri “ diyeceklermiş, ağababaları Amerika’dan esinlenerek.

Ulus adı, kimliği olmayanın, dili de Türkçe,Türklerin dili olmaz değil mi? O zaman keyifler tam keka…Trakya, İstanbul için de bir bildikleri varmış… Zamanı gelince öğrenirmişiz.

Hem farkında değil misiniz iktidarın İstanbul’a taşınma, orayı başkent yapma çığlıkları çoktan kesildi. Oradan ellerini eteklerini çektirdiler büyükleri. Sessiz sedasız Ankara’da saray yaptırıyorlar Atatürk’ün ulusa armağan ettiği, ulusun çiftliğinde. Binlerce ağacı keserek, doğayı bozarak, taşa, betona çevirerek…

Bilim adamları, millîyetçilik üzerine araştırma yapmış, sonuç şuymuş: Millîyetçilik, bir ulusa ait olma duygusu, vatanını ulusunu sevme, öğretilen bir duyguymuş. Bu duygu, ulusal bayram kutlamalarıyla, ders kitaplarındaki anlatımla, şiirle, yazıyla, resimle, sinemayla, tiyatroyla desteklenir, sık sık tazelenirmiş. Eğer böyle yapılmazsa unutulur gider, yetişen gençlik bu duyguları bilmeden ot gibi büyürmüş. Kim kullanırsa kendini onun uşağı olurmuş.

Yayılmacı ülkelerin emrine giren, paranın satın alacağı, onursuz biri durumuna düşermiş.

Bizde bayramları kaldırmalarının ana nedeni bu olmalı. Ders kitaplarını değiştirmelerinin, “Millî Güvenlik” dersini kaldırmalarının, “Kurtuluş Savaşı” müzesindeki “Kurtuluş Savaşı” adının kaldırılmasının, önce Ziraat Bankası’nın sonra Sağlık Bakanlığına bağlı kurumların adındaki Türkiye Cumhuriyeti (TC) simgesinin kaldırılmasının, Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” şiirinin bile birilerinin bir yerlerine batmasının, bayrağa kadar dil uzatılmasının nedeni hep bizi kimliksiz yapmak…

Televizyonda bir izlencede “Kelime Oyunu” yarışması var. Sorulan soruya harf alarak yanıt verebiliyorsun. Her aldığın harf ama sana puan kaybettiriyor.

Bu yarışmada üniversiteli bir kızımız yarışıyordu geçen akşam: Gülsevin. Beyazlar giyinmiş, beyaz yüzlü, gözlerinin içi gülen, kelebek gibi güzel bir kız. Sorularda yabancı dilden gelen “Hologram”ı bile biliyor. Tıkır tıkır her soruya yanıt veriyor. Soru:

“Atatürk ilkelerinin birlik beraberlik ve ortak amaç bilinciyle ilgili olanı?”

Sunucu, Atatürk ilkelerinden birini soruyor.Yanıt dokuz harfli olacak. Dokuz boş kare ortada duruyor. Yarışmacının düğmeye bastıktan sonra otuz saniye daha süresi var. Doğru yanıtı bulana kadar istediği kadar sözü söyleyebilir. Doğruyu dediği anda, dediği söz karelere yazılır, puan alır.

Bu dünyalar güzeli kızımız, tek bir yanıt verebildi, o da kekeliyerek, ağzının içinde döndürerek: “Ülkücülük.” “Yok değil dendi, sayın Atatürk ilkelerini, hepsi altı tanedir bunların, dendi. Dokuz harflisini deyin, tamam, dendi.

İnanır mısınız tek bir tanesini bile sayamadı, bekledi öyle kaldı, doğru yanıt “Halkçılık” oraya yazılana kadar.

Yüksek öğretimde, “Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi” dersi zorunlu dersti, okutulurdu. Her Türk genci tarihini, geçmişini, ulusunun değişmez yasalarını bilirdi. Şimdi boş boş bakınılıyor. İnanmak zor ama geldiğimiz nokta böyle. “Laiklik” ilkesiyle yetişmiş, “Cumhuriyetçilik” ilkesinin nimetlerinden yararlanmış, “Millîyetçilik” ilkesiyle, “Ne Mutlu Türküm Diyene!” diyerek, kendi kimliğine, diline, örfüne sahip olmuş, devlet halk içindir diyen “Hakçılık” ilkesiyle vatandaş olmuş, “Devletçilik” ilkesiyle ülkesi ekonomik dengeyi sağlamış, refaha erişmiş, bağımsız duruşunu korumuş, “Devrimcilik”le (inkılapçılık) ülkesi çağdaş uygarlık seviyesine erişmiş, kendisi çağdaş birey olarak yetişmiş bir Türk çocuğu, Türk’ü Türk yapan, Türkiye’ye Türkiye dedirten ilkeleri bilmiyor.

Yeraltında , devletine kinle nefretle doldurularak yetişenlere kızmayın. Kendi yetiştirdiklerimize bakalım.

Başımıza sarılan belâdan kurtulmak istiyorsak, şaşmayı, şaşılacakları birbirimize saymayı en önemli işimiz saymayalım.

Ortaya saçılan insan görünüşlü, içleri Türk ulusunu yoketmeye yeminli hainleri, halkımızdan bir güzel ayıralım. Bilmeyene, kapılarını çalarak bıkmadan usanmadan bunları anlatalım.

Nerede terör örgütü sevicisi, Kürt ırkçılığı yapan, devletine, değerlerine söven, kandırıcı, ulusuna yabancı, Yahudiliğe, Amerika’ya göbeğinden bağlı, onların isteklerini yerine getirmeye yeminli azılı vatan haini varsa, böyle kim varsa toplamışlar . Kurtuluş Savaşı yıllarındaki Padişah Hükümetinin kurdurduğu heyet (Heyet-i Nasiha)gibi, işgali benimsetmek, direnişi kırmak için,Yahudi simgesi bir sayıyla, yedili gruplarla vatana dağılacaklarmış. Gelin direnmeyin, teröriste teslim olun, onların dediklerini yapın, devletçiklere bölünmeye, Cumhuriyeti yıktırmaya razı gelin diyeceklermiş…

Bunlar, yıllarca sinemada, televizyon ekranında, sahnelerde bol bol göründüler; başka seçenek olmadığı için, toplum bunlarla aldatıldığı için, hep bunlar öne sürüldüğü, desteklendiği için, mecburen ulusun gözünde gönlünde yer aldılar… Şimdi aldıkları emirle, film çevirir gibi o sahte buğulu bilmem neli seslerini, alışılan görüntülerini ama yılların harabeye çevirdiği yaşlı- çökmüş, acınası gövdelerini kullanarak vatandaşı kandıracaklar.

Alıştık, alıştırılıyoruz…

Daha bu sabahın haberi: “ Bu işin sonu ne olacak?”

Hangi işin mi? Uludere kaçakçılarının işi. 120 katırla kaçakçılığa çıkmışlar. Dönüşte asker engel çıkarmış. Sonunda BDP (pkk) ile anlaşılmış, asker o bölgeden çekilmiş, sınır boşaltılmış. Kaçakçılar kaçak petrolleriyle, katır yükü varilleriyle evlerine rahat rahat gitmişler. Devlet yok olmuş, çadır devleti devletin yerini almış.

Akıllı adam seçilen Mahçupyan adlı kişi, pkk’ya, sakın silah bırakmayın diye akıl veren kişiymiş.

Maraş’a askerî kışlaya Alman, bayrağını çekmiş.

Bir reklam gördüm demin:

“Tüylere by by desene.” Utanmasalar veya herkes İngilizce anlasa Türkçeyi çoktan bırakacaklar.

Bunlara ancak bir yasa gücü karşı koyabilir. Ama nerede Türkçeyi seven, ulusunun dilini seven?

Hürriyet’te bir kadın yazar(!) köşe yazısında yazmış:

Dört kocası olsaymış… Hepsi uzun boylu ve fit olsunmuş. Kendisi için: “Ben uzun boylu ve fitimdir!” diye yazmış. Benim bildiğim fit, araya fit sokmaktan, fitneden gelen bir sözdür. Kışkırtma anlamında. Bunlarınki neceyse?

Danimarka, Türkiye’nin yapmadığını, yapamadığını oradaki teröristlere yapmış. Kürtçü orada yargılanıyormuş. Anadilde -Kürtçe(!)- tercüman istemiş. Savcı ise hakimle birlikte,Türkçe tercüman verdirmiş, şöyle yüklenmiş bu yalancılara:

“Avukatınızla Türkçe konuşuyorsunuz. Köşe yazılarınızı Türkçe yazıyorsunuz. Aranızda Türkçe anlaşıyorsunuz. Sizin diliniz Türkçe. Türkçe tercüman kullanabilirsiniz yalnızca.”

Bizdeki kürtçülerin Kürtçe(?) bilmemesi, aralarında Türkçeyle anlaştıkları gibi. Kürtçe bilmeyen katilbaşı:

“Bir damla kan akmasın!” mesajı yayınlamışmış bugün…

Önceki kanlarının hesabını soran yok; bir katilden barış meleği yaratılmak isteniyor ya, ulus bir tuzağa çekiliyor, vatanı elinden masa başında alınıyor ya, artık neye şaşacaksınız…

Tepkisiz duranlara mı? Alıştırmaya çıkan onlarca seçilmiş yılana çıyana mı? Vatan millet düşmanlarının sesinin bu kadar gürleşmesine mi? Neye?

“Yok ebenin örekesi”ne geldik dayandık.

Sessiz çoğunluk yanımızda.

Yeni umacılar kafalara girmeden, ayınanı yeniden uyutmadan bu şerefsizler, 8 Nisan’da yollara düşelim mi?

Kapıları tek tek çalalım mı?

Feza Tiryaki, 4 Nisan 2013

İLK KURŞUN

FEZA TİRYAKİ : SIR DÖKÜLÜRKEN

Bunların neden vatanı sattıklarını, Cumhuriyet kurumlarını tek tek neden elden çıkardıklarını, neden yandaşa, yabancıya bunları peşkeş çektiklerini bir türlü anlayamazdım. Aklım dururdu, yurdunu sevmemenin, gözden çıkarmanın bu kadarına inanamazdım, akıl sır erdiremezdim. Sonra bunun nedenini Zekeriye Beyaz’dan öğrenivermiştim çok değil bir kaç yıl önce. Önceleri aklım ermezdi, bu nasıl olabilir, vatana nasıl kıyılabilir diye düşünüp dururdum. Sonra Zekeriya Beyaz bir konuşmasında bunun nedenin anlattı. “Ah!” dedim. “Demek bu!”

Bizim bilmediğimiz gerçek bu!

Bu anlayışa göre vatan yani Türkiye, gâvur vatanıymış. Düşman vatanı. Paylaşmak, yağmalamak sevapmış.

“Bu, “Dârülharpçiliktir”, demişti din bilginimiz Zekeriya Beyaz. “Gâvur olan milletin malını milletten almak!” demişti buna. Sonra eklemişti:

“ Bunların bu kanaatleri sapıklıktır!”

Bu yapılanı en büyük zulüm diye nitelemişti:

“Bu, devlet gücüyle zulmetmedir, çalmadır!

Bunun tarihçesi Muaviye ile başlamıştır. Önce kâfir ilân ederler, sonra saldırırlar.

Hazine malında tüyü bitmeyen çocuğun da hakkı vardır. Bunların günahı canilerinkinden elli katıdır.

Bunların zulmü canilerinkinden elli katıdır. Bunu Kur’anı kerim söylüyor.”

Bunların devleti ele geçirmelerine şu sözlerle karşı çıkmıştı:

“Siz müslümana kâfir derseniz siz kâfir olursunuz. Topluluk halinde derseniz sapık olursunuz! İmam imamlık yapsın. Kaymakam için yetiştirdikleriniz kaymakamlık yapsın!”

Son olarak da kesin yargısını bağıra çağıra haykırmıştı hocamız:

“Ganimet savaş meydanında olur. Bunun dışında zulümdür.”

Bunu öğrendikten sonra gözüm açılmıştı. Çözdüm çözdüm diye bağırmış, acımı yazıya dökmüştüm. Duymayanlar da duysun, bilmeyenler de bilsin diye.

Vatanı satmalarını, gözden çıkarmalarını, şehit kanlarıyla geri alınan, korunan vatan toprağını satılık bir mala dönüştürmelerini anlamasına anlamıştım da bir soru hep kalmıştı içimde:

Bu anlayış küçüğünden büyüğüne, zır cahilinden en okumuş görünenine kadar neden Atatürk’ü sevmez, neden ulusunun tarihini inkâr eder, neden yabancılara, hıristiyanlara, yayılmacı eli gözü kanlı azgın ülkelere, bunların çıkarcı- hain, insanlık düşmanı, Türklük düşmanı liderlerine yaranır, onlarla dost olur?

Hadi tarihlerine düşmanlar, anladık bunu diyelim, peki neden yabancılarla dostlar?

İktidar oldukları günden beri adım adım ulusal neyimiz varsa yok ettiler, kaldırdılar. Yasakladılar, inkâr ettiler, kötülediler, yok saydılar. Neden?

Neden Atatürk’e Atatürk demez bunların hiç birisi?

Neden Kurtuluş Savaşı’na kinliler?

Neden Türk diline düşmanlar?

Neden neden neden?

Bu soruların yanıtını geçen akşam aldım. Sırın geri kalanı da döküldü. Sırlı kabın kapkara yüzü ortaya çıkıverdi.

Bunlar yer altında yetiştikleri, ezber bilgiyle donatıldıkları, özgür bir algılama tanımadıkları, öğrenmedikleri, içleri kinle, nefretle, çıfıtla dolu olduğu için aydınlığa düşmanlar.

Akla, bilime, düşünerek bulmaya, aklın ışığında yürümeye düşmanlar!

Emir kulu olarak kurgulandıkları (programlandıkları) için de, buyruk aldıkları kanlı yüzlü yayılmacılara, cellatlarına tutkunlar, katillerine aşıklar, bir tür sapıklık duygusunun boyunduruğundalar!

Biz uyurken bu anlayışı bir güzel büyütmüşler. Zamanı gelince allayıp pullayıp başımıza gelin güvey etmişler.

O ünlü “Cevizkabuğu” yayınını Hulki Cevizoğlu artık Ulusal Kanal’da yapıyor. Bir önemli değişiklikle. Konuklarının arasına aykırı düşüncede olanları da katıyor. Yandaş yayını hiç izlemeyenler, izlemeye sinirleri dayanamayan, duydukları karşısında öfkeden, üzüntüden deli gibi olanlar, aykırı, Atatürk’e düşman bir sesi, alıştıkları bir televizyon kanalında karşılarında bulunca, gerçeklerden kaçamıyor, ihaneti, ihanet edenlerin dilinden canlı yayında duymak zorunda kalıyorlar.

Hafta sonundaki izlenceye böyle iki kişi konuktu. Ağızları laf yapan, içleri tıngır tıngır eden, boş iki kişi. Birini de telefonla yayına bağlattılar, neredeyse devlete millete, Atatürk’e küfür ettirdiler…

Hani eskiden mekanik, kurulu oyuncak bebekler vardı.Saat gibi kurardın, zembereği yavaş yavaş boşanır, boşanırken aynı sesleri çıkarır, aynı şekilde dönerdi… Bunlar da aynı öyle. Ağızları köpüre köpüre büyük kurtarıcımız, yedi düveli dize getiren, bütün dünyanın, büyüklüğünü ister istemez kabul ettiği, Atatürk’e, Türklerin atası, Türk’ün bozkurdu dediği Atatürk’e, Atatürk diyemiyorlar. Kasıtlı demiyorlar. Öğretileri böyle.

Test edin, kolayca anlayın karşınızdaki kim? Kim Atatürk’e yalnızca Kurtuluş savaşı öncesindeki ön adıyla sesleniyor, hadi bazen lütfedip buna “Gazi” sanını da ekliyor ama devamını diyemiyor; işte bunların hepsi aynı tezgâhın dokudukları! Hepsini bir makas kesmiş biçmiş. Hepsi bu yurdun, bu ulusun, bu Cumhuriyetin, bu özgürlüğün, bu bağımsızlığın, bilmin, çağdaşlığın, aklın düşmanı!

Örümcek kafayı, örümcekler sarmış, şunu soruyor, araştırılsın diyor: “Atatürk’ün malvarlığı. Üstüne mal geçirmişmiş, o malı nerden edinmişmiş?”

Be andaval, sen aynı soruyu şu andaki yöneticilerine sorsana.! Kimse sana demedi mi, Atatürk, tüm mal varlığını ulusuna armağan etti, nesi varsa nesi yoksa hepsini ulus adına bıraktı, bunun için yasaları değiştirdi, ulusundan başka tek bir mirasçısı olsun istemedi…

“İngilizlerle anlaştı, İngiliz yanlısıydı”. diyor.

Bu uyuşturulmuş kafa, İngiliz’e Türkiye’yi dar edene, geldikleri gibi giderler deyip yarım pabuçla hepsini denize dökene, ulusuna, Türk bayrağına selam çaktırıp bunları vatandan dehleyene, Çanakkale’de, Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde orduyu yöneten, düşmanı bozguna uğratan, Amerikan, İngiliz sömürgesi olmayı reddetene, “Ya istiklal,ya ölüm!” diyene söz atmayı biliyor.

O kadar mı ayda yaşıyorsun, dünyadan habersizsin , kimse demedi mi sana şu olanları, bir anımsatalım istersen:

Şu an ülkeyi yönetenler, İngiliz’in Çanakkale’deki kuyruk acısının öcüne yardımcı oldular. Batırılan İngiliz gemisinin adı verilerek İstanbul boğazına özel olarak getirilen, içinde de İngiliz’in o mağrur kraliçeleri olan gemiye bindiler. Tıpkı tarihteki gibi, aynı adla İstanbul önlerinde demirleyen o gemide İngiliz’in davetine katıldılar, üstelik aynı İngiliz’den nişan aldılar, yakalarına taktılar. Yahudi’den, Yahudi yayılmacılığına verdiklerine karşılık verilen, Yahudi cesaret nişanını yakalarına taktılar. Müslüman kanıyla eli kanlı Amerikan başkanının elini sıktılar, anlaştılar, fısıldaştılar, sırtlarına yılışık şaplaklar yediler…

Duyardım da şaka sanırdım. Biliyor musunuz bunlar gerçekten Kurtuluş Savaşına düşmanlar. Yayılmacı ülkelerinin yaptıklarını, yurdumuzu yakıp yıkmalarını, askerimizi, sivilimizi al kanlar içinde şehit etmelerini, tecavüzlerini, kıyımlarını, kısaca vatanımızı işgal eden bu köpekleri inkâr ediyorlar. Yunan’ı kovduğumuza üzgünler. İngiliz sömürgesi olmadığımıza kızgınlar. İngiliz’in, Arap’ın, Acem’in “dilinden” kurtulmuşluğumuzu, dil bağımsızlığımızı bile hazmedemiyorlar.

İngiliz’in işgalde yapamadığını, günümüzde İngilizceyi eğitim dili yaparak gerçekleştirmek üzereler zaten. Okullarda Türkçe dersi sayısı azaltılıyor, yerine İngilizce ders sayısı boşuna mı artırılıyor? İlkokullarda Arapça dersi, yoksa neden verilsin? Arap alfabesi yeniden eğitimimize sokuluyor. Devrim yasaları tek tek sökülüp atılıyor.

Bayramlara karşılar, ulusal bayramların kutlanmalarını neredeyse kaldırdılar bu yüzden. Ulusal bayramları kaldırdıklarını, ulusça kutlanmasını istemediklerini biliyorduk da nedenini tam bilmiyorduk. Bu gazeteciler, telefona bağlanan Albayrak, yayında Türker Ertürk’ün, İlker Yücel’in karşısına kurularak oturanlar, bunun nedenini ballandıra ballandıra anlattılar .

“ Her sene yaşasın Yunandan kurtulduk!” deyip alkışlıyormuşuz. “Bu kutlanmazmış. Yunana biz zulüm etmişiz. Onlar saldırmamış ki… “

Demek ki Yunan, bu hasta kafalara göre, o zaman kendi vatanına gelmişmiş. İşgalci onlar değil bizmişiz…

Şu an yapılan bütün siyasetin içyüzünü, bakış açısını veriyor bu anlayış.

İngiliz’e güney sahillerimizde, Akdeniz’de neden koloniler kurdurduklarının, onları buralara sınırsız şartsız yerleştirmelerinin ipucunu veriyor bu sözler. Samsun Limanı neden İngiliz’e satıldı, bütün limanlarımız neden satılık, askerin korumaya aldığı bölgeler bile yerleşime açılacak, kırsal alanlar neden yasalar değiştirilerek yabancıya satışa açıldı, hepsi hepsi ortaya çıkıyor.

Adam, adı “Ulusal” olan bir televizyon yayınında, Atatürk’e, tarihimize şunları diyebiliyor. Karşısında oturan deniz Amirali ve bu televizyon kanalının yönetmeni olan genç bu denilenleri sakin sakin dinleyebiliyor:

“Niye bu kadar abartıyorsunuz, ne bu Kurtuluş savaşı? Neden kurtuldunuz? Her yerde heykellerinin olması normal mi? Peygamberin dahi heykeli dikilemez.( Peygamberle , bir ulusun kahramanları karıştırılıyor.) Yıkın heykelleri, kaldırın heykelleri,ondan sonra konuşalım.( Bunların son hedefleri Anıtkabir, iyice belli oluyor.)

Niye saygı duruşu? Bu tapmaktır. Gidiyorsun Anıtkabir’e, orda bir şeyler yazıyorsun, şikayet ediyorsun, bu tapmaktır.(Atatürk sevgisi bunları deli edecek, belli. Kendileri beş para etmez hainlere diz çöker, el etek öper, ayağa yüz sürerler oysaki.)

Kurtuluş, Kurtuluş Savaşı diye bir millet bu kadar aşağılanır mı? Kurtuluş Savaşı’nda biz ciddi bir savaş yapmadık.Yav kimi döküyor denize?( Aklınızı yesinler sizin aklınızı!)

Kurtuluş Savaşı’nda bütün kahramanlığı Mustafa Kemal’e veriyorlar. Sakarya’da Enver Paşa… (Sarıkamış ile Sakarya’yı karıştırıyor haspam.)

Kürdistanı öpün başınıza koyun. Niye kurulmasın? Ne olacak?”(Buyrun cenaze namazına!)

Karşı devrim tam teşkilatlı. Beyinler boşaltılıp içleri yalanla dolanla, aşağılık duygularıyla doldurulmuş, dillerde ezber, gönüllerde Cumhuriyetine, kurtuluşuna, kahramanlarına karşı kin, öfke!..

Bu dayatılanlara, bunların kirli söylentilerine, beyinleri tutsak almalarına, toplumu aldatmalarına karşı bir avuç yurtsever ses direniyor, karşılık veriyor, saldırılan değerleri savunuyor. Aydınlık Gazetesi’nin genç yönetmeni belki çok bilgili olabilir, bilemeyiz ama, bu saldırıda yalnızca dinleyici gibiydi ve hep İşçi Partisi’nin sakız gibi çiğnediği aynı teranelerle sözünü bitirdi:

“Emekçinin, işçinin, ezilen kesimin, Kürd’ün ve Türk’ün birleşerek yeniden devrim yapacağını”söyledi. Kürt’ün ve Türk’ün. İşte burası zurnanın zırt dediği yer. Bunu böyle dedin mi, olmaz İlker Yücel. Bunu dedin mi bölücülüğün başka bir şeklini yaparsın. Birgül Ayman Güler, CHP’li vekil, bunun ayrımını bir güzel haykırmadı mıydı Meclis’te? Ne devri miymiş bu “Kürd’ün Türk’ün” birleşerek yapacağı? Diğer 36 millîyeti ne yapacaksın? Silahlanmadıkları için onları saymayacak mısın?

Türker Ertürk’ün son sözü de: “Kazanan daima Atatürk ve devrimleri olur!” sözüydü.

Yayınında tansiyonu yükselten, bol bol reklam alan, izleyicilerden bol ileti alan Cevizoğlu da hayatından memnundu. Son sözü, izlencesinde Atatürk düşmanlarına söyletmekten çekinmedi. Kavgasız ayrıldıkları için de, izlenceye katıldıkları için de onlara teşekkür etti, ellerini sıktı inkârcıların, Atatürk’e açıkça küfür edenlerin…

Bilmem neden içi sırlı kabın karasını bu izlencede ben bir iyice gördüm.

Siz de gördünüz mü?

Feza Tiryaki, 1 Nisan 2013

İLK KURŞUN

FEZA TİRYAKİ : ORTAK

lj6ws.jpg

Birlikte aynı işi yapan, aynı işe aynı ölçüde katkı sağlayan, o işten aynı ölçüde yararlanan kişilere “ortak” denir. İş ortaklığı, mal ortaklığı böyledir. Birden çok eşe de ortak (kuma) denir. Birden çok sahibi olan mal, ortak maldır. Ortak tarla, ortak dükkan. Matematikte ortak çarpan, ortak bölen var. Ortakçı, ortak malı işleyen, bundan pay alan, yarıcı. Ortak koşmak, bir şeye ortaklık istemek, bunda diretmek demek. Orta malı, ortada kalana denir. Orta malını kimse sahiplenmez:

“Orta malı gibi meydanda.”

Türkçemizde ortaktan anlaşılan, atalarımızın öğütlediği sonuç şudur:

“Ortak gemisi yürümez!”

Bir de şunu biliriz:

“Ortak malda hayır yoktur.”

“Ortaklık inekten (öküzden) yeke buzağı yeğdir.” denir. Bir de, öküz ölünce ortaklık bozulurmuş: “Öküz öldü ortaklık bozuldu.”

Ortaklık için aranan eşit şartlardır, eşit katkı. Baştan eşit olmak.

“Senden devletliye ortak olma. “ “Şeytanla ortak buğday eken, samanını alır.” demiş atalar.

Bilirsiniz, ortalığı fazla boş bırakmamak gerekir.“Ortalığı hâlli bulan istediği gibi at koşturur” çünkü.

Kiminle ortak olunacağı çok önemlidir:

“Kurtla ortak olan tilkinin payı, ya tırnaktır, ya bağırsak.” sözüyle uyarılmışız…

“Dil birliği etmek,” aynı sözlerde anlaşmak, aynı sözleri söylemek, demek.

“Ortak payda”da buluşulur. “Ortak yapım” film çekilir. Ortak gider, ortak dil, ortak yönetim, ortak yaşama, ortak olma…”

“Aralarında ortak dil, ortak tarih, ortak duygu, ortak ülkü, ortak gelecek, ortak kültür olan topluluklar ulustur.”

Son günlerde bir ortak sözüdür gidiyor.

İnanılacak gibi değil ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti,14 yıl önce hüküm giymiş, hapse girmiş, devlete karşı suç işlemiş, devletine ihanet etmiş, devletine ortak koşmuş, devlete karşı çetesiyle silahlı kalkışmış, kan dökmüş biriyle görüşmeler yapıyor. Ortak görüşmeler. İki eşit güçmüş, iki eşit değermiş gibi ortaklık ediliyor katille. Çete başıyla. Kan dökmüş canilerle. Bunların sevicileriyle…

Buna çok kişi şaşmıyor en acıklısı. Beyinler, algılar değiştirildi, uyuşturuldu, herkes hipnoz edildi sanki…

Dün, yurtdışında yetişmiş bir genç konuğum vardı. Son olayları duymuş. Ortalıkta teröristle görüşüldüğünü. “Türkiye gibi bir devletle, bir zavallı terör örgütü başının ortak ne çıkarı olabilir? Türkiye’nin çıkarını, iyiliğini bir terör örgütü başı ister mi?” diyordu. “Akıllar mı durmuş?” diye soruyordu.

Sonra, özlemiş,TRT izlemek istedi, açtık. Devletin bir numaralı kanalı. TRT 1. Baştan sona vıcık vıcık iç bulandıran bir öykü. İnsanı tiksindiren tiplemeler… Aslında iktidardakilerin hiç mi hiç beğenmedikleri ama amaçları için kullandıkları, yeri geldikçe alay ettikleri sözüm ona modern bir aile, modern yaşamlı insanlar konu ediliyor burada. (Modern derken, çağdaş değil, dejenere olmuş, bozulmuş, kendi kültüründen uzaklaşmış insanlar demek istedim.) Basit, bozuk bir dille de konuşuluyor. “Seksenler” adlı bu dizi, dediklerine göre, ben diyenlerin yalancısıyım, çok seviliyormuş, izleniyormuş. Sonra dizi ara verdi. Reklamlar başladı. Ben diyeyim kesintisiz on beş dakika, siz deyin yirmi dakika reklamlar sürdü. İktidara yaranmak isteyen kim varsa, hangi malın, işin sahibi varsa açmış kesesinin ağzını. Yağdırmış reklamını. TRT’yi paraya boğmuşlar.

Genç, önce dizinin hâline şaşırdı. Bunu, devletin kültür kanalı TRT mi veriyor? diye soruyor. İzlediği her reklamdan sonra da ayağa fırlıyor, şaşkın soruyor:

“Burası Türkiye mi? Burası Türk televizyonu mu? Burası TRT mi? Bir yılda bir ülke bu kadar değişir mi?

Bu ürünler Türkiye’de mi? Neden hepsi yabancı marka? Hepsi yabancı adlı? Neden tek bir Türk ürün adı, Türk ürünü kalmamış? Her reklam neden İngilizce? Yarısı berisi İngilizce her denilenin, neden? Ürünler Türkiye’de, yaşayanlar Türkiye’de, Türklere neden İngilizce söylenerek tanıtılıyor bunlar? Türkiye, Türklerin vatanı, Türklerin devleti değil mi? Neden? Bir yılda bu kadar değişir mi bir televizyon kanalı? Ne oldu da böyle oldu?”

Ne diyeceksiniz bu sorulara. Verecek yanıtınız var mı?

Bizim dilimize İngilizce ortak oldu. Bizim bütün işyerlerimiz, iş yapan kurumlarımız yabancıda. Şirketlerimiz elde. Bankalarımıza Yunan bile ortak. Tuttu aldı birini. Adalarımızı işgal ediyor, artık buralar benim diyor. Ermenistan başkanı, yıllar önce, Ağrı bizim, alacağız, dedi.Topraklarımız orta malı. Alan alana, satan satana. Bizim yönetimimize Amerika ortak. Amerika’nın, içinde bizim sınırlarımızı değiştirmek de olan, kendi çıkarı için kurduğu projenin (BOP) eşbaşkanı -eşbaşkan olduğunu onlarca kez ortalık yerde söyledi – bizi yönetiyor.

Bu işte İsrail de ortak. Ortalık yerde döğüşüyor, tenhalarda sevişiyor bunlar başımızdaki ortaklarıyla…

Aradan üç yıl geçince, ne alaka, kel alaka diyeceğimiz bir zamanda, hem de bir telefonun ucunda, kapalı , sanal alemde, sözle özür dileniyor, işlenen kasıtlı cinayetler için, koskoca bir devletten, Atatürk’ün kurduğu Atatürk Cumhuriyetinden. Buna sevinen yalakalar, devletler arası özür, yazılı olur diyenlere aldırmadan, hemen ortak çıkarcı paydada buluşup kocaman afişlerle donatmışlar başkentimizi. İktidara yağcılık yapıyorlar.

Türk ulusuna “ortak koşulmasını” nerede çıkarcı, gözü paraya, mevkiye doymaz,Türk düşmanı, kuyruk acılı, Kürt ırkçısı varsa destekliyor. Satın alınan kalemler, satılmış basın yayın buna alkış tutuyor.
Bölücü, kanlı örgüt üyeleri el kol sallayarak, yaptıkları yanlarına kâr kalarak, ülkemizi görünüşte, orta yerde terkediyor. Daha büyük tertiplerle geri dönmek için diyorlar buna siyaset bilimciler…

Türkiye Cumhuriyetinin Anayasasına, Türkiye’ye, Türk’e ortak olarak girmek istiyor, kan döken, en az elli binin üzerinde (54 bin) vatandaş kanı döken terör örgütünün yönetenleri ve bunların arkasını sıvayan terörist sevicileri.

İlk önce hainliklerine ortak etmek istedikleri de, dilimiz.

Türkçeye olmayan bir dili ortak koşmak. Yapay, yaratılan bir dili, Büyük İsrail Projesi gerçekleşsin, yeni bir halk doğsun, ülkede ikilik çıksın, Türk ulusu bölünsün diye Türkiye’ye yamamak. Yamalı bohça olmanın, ortak yağmanın, talanın yolunu açmak. Bundan sonra eniği enciği, olanı olmayanı, “Ben de dilim, ben de dilciğim!” demez mi? “Benim de canım can, ben de mi silah alayım, dağa çıkayım, asker öldüreyim, bebeleri kurşunlayayım!” demez mi?

İngilizceyi, ince ince, yavaş yavaş örümcek ağlarını dokuyarak, sömürge olmanın yollarını döşeyerek ortak ettiler dilimize. İktidarın elindeki “Türk Dil Kurumu” bunu çoktan onaylamış görünüyor. Gizlice yürürlüğe koymuş gibi.
Denemek isteyen bilgiağında Türk Dil Kurumu adıyla bu kurumun sözlüklerini arar, onlara bakar.

Ortak, sözüne baktım. Büyük Türkçe Sözlük. İlk açıklama İngilizceyle. Sanki biz İngiliziz. Veya İngilizceyi Türkçeden iyi biliyoruz da İngilizce yanıttan Türkçeyi anlıyoruz.

Ortak: İng. partner.

Sonra Osmanlıcasını, neyse bu dil, nasıl bir dilse: “Osm. Şerik. “yazmışlar.

Bu da kesmemiş, ortak sözcüğünü şu İngilizce sözlerle, hem de ayrı ayrı başlıklarda, satırbaşlarında açıklamışlar:
Ortak: İng. common, associate, shareholder, stockholder, sharer.

Kız kardeş, “şvester” sözüyle açıklanıyor burada. Bir kimsenin bayan kardeşiymiş. Kadın yerine bayan diyor bu anlayış. Utanmasa hatun diyecek. Bayan kardeşi. Hiç duydunuz mu böyle bir açıklama bu güne dek? Dükkan, yazın arayın, karşılığı, İng. shop. Normal bir sözlükte bütün bunlar. Batı Dilleri Sözlüğü falan değil.

Türkçe sözlükte, sözcükleri İngilizce açıklamalarıyla öğreniyoruz.

*

TRT’yi gören bağıracak: “Burası neresi?” “Kim bunlar?”

Bir sözlüğe bakın, bir dakikanızı verin, sonra isterse bağırmayın, isyan etmeyin: “Bu kimin sözlüğü? Türkçe kimin dili?” diye sormayın!

Bunları bırakın, bir saniye şu ortağa bakın, dilimize ortak koşulan kumaya.

Dilimize ortak koştukları, Kürtçe adı taktıkları bir yerel ağza bir bakın. Bu ağız bağımsız bir dil, gerçek bir dil değil. Kültür dili değil. Eğitim dili olamaz, deniyor, yetersizmiş.Türk ve yabancı dilcilerin, bilim adamlarının söylediği bu gerçeğe karşın, bize ısrarla dayatılan, uydurulan dile bir bakın:

(Petersburg Akademisinin yayınladığı Kürtçe- Rusça- Almanca sözlüğünde Kürtçeye(?) ait bir sayısal araştırma bilgisi verilmiş. Cemal Anadol’un “Milliyetçi Gözüyle Bugünkü Türkiye” kitabından alıntı.)

Bu sözlüğe göre, Kürtçe(?) yi meydana getiren kelimeler:

3080 kelime Türkçe’den ve eski Türkmenceden.

2000 kelime Yeni Arapçadan. (Arapçanın Türkçe kullanımından)

1240 kelime Zent dilinden.

1030 kelime yeni Farsçadan.

370 kelime eski Pehleviceden.

300 kelime asıl Türkçe.

220 kelime Ermeniceden.

108 kelime Geldaniceden.

80 kelime kökeni bulunamayan.

İşte bizden saklanan gerçek bu. Bize dayatılan ortağın tastamam durumu da bu. Bilim insanlarımız bu yüzden kan ağlıyor. Gerçeği bilenler, yurtseverler karalar bağlıyor…

İktidar, kan emici bir dünya devletiyle, halk deyişiyle, “ kendisinden devletliye” ortak olmuş.

Birlikte iş yapmaya kalkışıyorlar. Türk devletine ortak edecekleri, ortak görüştükleri ise, alt tarafı yalnızca bir terör örgütü!

Türk diline ortak koştukları, topu topu 80 kelimesi kendine ait olabilir denilen, o da kesin olmayan, yerel ağızlar toplamı, olmayan bir dil, Kürtçe.

Hem sonra bizim dilimizin, çoktandır bir ortağı var aslında. Gizliden gizliye içimize sokulan, adı resmen açıklanmayan bir ortağı var. Ana ortak. Sömürgeci ortak. Diğer yerel ağızları da kendinde birleştirecek, Kuzey Irak’ta olduğu gibi bizim ülkemizde de eğitimi kendi diliyle, yani İngilizceyle yaptıracak bu ortak! Türkçeyi zamana yayarak dilimizden kaldıracak.

Dilimize İngiliz’in dili, Amerikan’ın dili İngilizce ortak. Kimse ayırdında değilmiş gibi. Kimse aldırmıyor buna sanki.

Bu ortağın arkasından, bizi bölebilmek, yapımızı bozmak uğruna, bir yerel ağız dilmiş gibi, terör sanki bunun içinmiş gibi bir masalla yamanacak dilimize. Çok geçmeden, bunun ardından irili ufaklı onlarcası bağıracak:

“Ben de varım! Ben de varım”

İşin acısı, bunun sonu, bölücülerin saklamadan her yerde dedikleri, bir bölünme yetmez, yirminin üstünde devletçiğe bölünelim dedikleri, hedefledikleri şehir devletlerine kadar varacak…

Türkiye, Türk ulusu kalmayacak.

*

Atatürk’te birleşmeye, güçbirliği etmeye, bu uygunsuz, akıl dışı, yayılmacıların dayattığı, desteklediği ortaklığı engellemeye var mısınız?

Büyük ortak, üstümüzde tepişiyor. Bölgemizi kana buladı, yetmedi. Bizi kırmanın, ezmenin türlü çeşitli yollarını arıyorlar. Küçük ortaklıklar ayarlanıyor… “Kuma” kaynıyor ortalık, her taşın altından hain çıkıyor, bakın!

Büyük oyuna “ortak olmak” yakıştı mı?

Bu kadar “ortaya düşmek” yetmez mi?

Feza Tiryaki, 27 Mart 2013

İLK KURŞUN

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.