Etiket arşivi: ekonomi

Necati Doğru : Baştan aşağı çürük kokuyor !

f4de1_Necati_DoC49Fru_07.01.2011_2954982_sondakika-hakkinda-haber.jpg

TV’den yayınlanan “tarihin en şeffaf ihalesini yaptık” propagandasına malzeme çıkıyor. İstanbul’da şimdi yeni bir havaalanı yapmaya ihtiyaç kalmayacak şekilde genişlemeye müsait Atatürk Hava Meydanı kapatılacak. Onun gelirleri (inen uçak-kalkan uçak-gelen yolcu-giden yolcu- gelen kargo- giden kargo başına alınan ücretler- duty free dükkanları, mağazalar, cafeler- hangarlar-bakım ve tamir gelirleri-benzin satışları-otopark kazançları) yeni yapılacak havaalanı ihalesini alacak firmalara transfer edilecek.

Zarflar masaya konuldu.

Ne kadar da şeffaf!

İzlesin 73 milyon halk 4 grup firma yarışıyor.

Zarflar açıldı.

MAKYOL: 4 milyar Euro.

TAV: 9 milyar Euro.

BEŞLİ (Limak-Mapa- Kalyon-Cengiz- Kolin): 12 milyar 682 milyon Euro.

İÇTAŞ: 20 Milyar Euro teklif yazdıkları görüldü.

* * *

Zarf içinde zarf.

İhale içinde tuhaflık.

Teklifin biri 4 milyar.

Diğeri 20 milyar Euro.

Biri 9 milyar yazmış.

Diğeri 12 milyar Euro.

Bu şirketler hepsi Ankara merkezli. Hepsi Başbakan’ı, bakanları, yüksek bürokratları çok yakın mesafeden tanıyor.

Hepsi devletle iş yapıyor. Acaba bu ihalede devlet bunlara farklı bilgi mi, torpilli bilgi mi, yandaşça bilgi mi verdi ki arada bu yüksek teklif farkı doğdu?

Aklımıza şeytan düşüyor.

Allah’ım aklımızı koru!

Ne oluyor? İhale TV’den yayına başladı. 4 milyar veren çekildi.

9 milyar veren de 21 milyar Euro’ya kadar çıktı, o da çekildi. Ve kapalı zarfına 12 milyar Euro yazmış olan BEŞLİ (Limak-Mapa- Kalyon-Cengiz- Kolin) teklifini 22 milyar 152 milyon Euro’ya çıkartıp ihaleyi alıverdi.

* * *

12’den 22’ye zıplıyor.

Çakıl taşı değil bu!

22 milyar para..

Hem de Euro para.

Partisi Başbakan’a sorsun:

Bu özel şirketler beşlisi; 12 milyar Euro’ya alırım dediği devlet imtiyazını (devletin havaalanı yaparak ve işleterek gelir elde etme, vergi toplama hakkını) hangi gelir-kazanç-büyüme projeksiyonlarına dayanarak 22 milyar Euro’ya kadar çıkartabildi? Devlet, 25 yıllık ne kadar gelirini peşin paraya bu BEŞLİ firmalar grubuna satıyor ki, bu adamalar, yaptıkları hesaplardan 10 milyar Euro daha yükseğe çıkabildiler? Bizi nasıl olsa yardımsız bırakmaz
diyerek Başbakan’a mı güvendiler? Başbakan bu güveni vermek için onlardan bir şey mi aldı?

Muhalefet de Bakan’a sorsun:

Bütün ileri demokrasilerde “şehirlerin ana yapısını derinden etkileyecek büyük projeler, bütün getirisi-götürüsü-olumlu katkısı-olumsuz etkisiyle” halka açıklanıp görüşü sorulmasına rağmen siz halkın görüşüne baş vurmadınız. Bu projede devletin kaç liralık gelirini sattığını size oy vermiş 21 milyon seçmenden bile gizlediniz.

Siz ileri demokrat değil misiniz?

* * *

Ben de vatandaşım.

2 soru soracağım.

Biri Başbakan’a.

Diğeri Bakan’a.

Başbakan Erdoğan’a sorum şu:

Devlet Türk. Başbakan Türk. Bakan Türk. Hava alanı Türk. 25 yıl işletecek firmalar Türk. Fakat siz ihaleyi Türk Lirası ile değil başka ülkelerin parası olan Euro ile bağladınız. Neden? 11 yıldır Başbakanlık yapan devlet adamı kendi parasına güvenmiyor. Çok tuhaf bir durum değil mi?

Bakan Yıldırım’a ise sorum şu: En yüksek fiyatı veren beş firmanın beşinin de ilk sermayelerini (ilk can sularını) “Karadeniz Otoyolu’nun adrese teslim ihalesi”nden beş parça devlet ikramı almış şirekteler olması tesadüf müdür? Ve bu firmalara ihaleye girerken banka kredisi almak için (sundukları finansman modellerinde) Hazine garantisi sözü mü verildi? Bu sözü siz mi verdiniz?

* * *

3. Havaalanı ihalesi karanlık.

Çürük kokuyor.

Baştan aşağı…

SÖZCÜ

Esfender Korkmaz : Ekonomiyi kur tuzağına soktular

esfender-korkmaz.jpg

Merkez Bankası(MB) Başkanı, daha önce yaptığı bir konuşmada, reel efektif kur endeksinin yeniden 120’nin üzerine çıkması halinde MB’nin politika faiz indirimini araç olarak kullanabileceğini söylemişti. MB, 2003 yılı ve TÜFE bazlı, Reel Efektif Döviz Kuru Endeks’nin Nisan ayında 121.1 olduğunu açıkladı.

Döviz alım ve satışında iki kur var… Efektif kur… Döviz kuru.. Banknot yani kağıt para şeklindeki dövizlere, efektif deniliyor. Efektif kur da bu anlamda kullanılıyor. Ayrıca, dövizlerin hesaba transfer edilmesi yoluyla alınıp-satılmasında da döviz kuru kullanılıyor.

Reel efektif döviz kuru endeksleri, Türkiye’nin enflasyon oranının, dış ticaret yaptığı ülkelerin enflasyon oranı ile ağırlıklı geometrik ortalaması alınması yoluyla hesaplanıyor.

Reel döviz kuru endeksin 121.1 olması demek, TL’nin yüzde 21.1 daha değerli olması demektir. Söz gelimi, Nisan ayında MB efektif satış kuru bir dolar 180.49 kuruş idi. Demek ki TL değerli olmasaydı, Nisan ayında bir dolar 218.57 kuruş olacaktı. Başka bir ifade ile Nisan ayında TL 38.08 kuruş daha değerli olmuştur.

TL’nin değerli olması, Türkiye’nin dış ticarette rekabet gücünün düşmesi demektir. Söz gelimi eğer TL değerli olmasaydı, dolar 218 kuruş olacaktı. İhraç ettiği her dolarlık ihracat için ihracatçının eline 180.49 kuruş yerine 218.57 kuruş geçecekti. Bu durumda ihracatçı, ihraç ettiği ürünlerin fiyatını 1 dolardan daha düşük, 82 cent’e kadar düşürebilecek ve pazarlık gücü artacaktı.

Öte yandan, TL değerli olmasaydı, bir dolarlık ithalat için ödemekte olduğumuz 180.49 yerine 218.57 kuruş ödeyecektik. Bu durumda pahalı olacağı için, sanayi sektörü daha az ithal ara malı ve hammadde ve tüketici de daha az ithal tüketim malı kullanacaktı. Sonuçta rekabet gücünün artması ve ithalatın azalması halinde cari açık kalmayacaktı.
TL’nin aşırı değerli olması, Türkiye’nin son on yılda 343,5 milyar dolar cari açık vermesine neden olmuştur. 2012 yılında büyüme oranını düşmüş ve fakat yine de 48.9 milyar dolar cari açık meydana gelmiştir.

Aslında Türkiye’de büyüme oranını düşürmekle cari açık çözülmüyor. Çünkü sanayi üretimi yüzde 70 oranında ithal ara malı ve hammaddeye bağlıdır. İthalatın çok kısılması halinde üretim yapamayız. Üretimi ithalata aşırı değerli TL bağlamıştır. Büyüme sıfır da olsa mevcut üretimi sürdürmek için ara malı ve hammadde ithalatına ihtiyaç var.

Merkez Bankası, finansal kesim dışında özel sektörün 145.9 milyar dolar net döviz pozisyon açığı olduğunu açıkladı. Bunun nedeni de değerli TL’dir. Çünkü dövizle borçlanma faizi daha düşük ve ayrıca kur artmadığı sürece, yani kur riski olmadığı sürece, özel sektörün döviz cinsinden borçlanması daha kârlı olmuştur.

Kurların düşük kalması sıcak para içinde teşvik niteliğinde olmuştur. Sıcak para nominal olarak dışarıya göre daha yüksek faiz almış ve kur kaybı olmadan geri götürmüştür.

Bu sorun nasıl çözülür?

Şimdi bankaların ve özel sektörün döviz pozisyon açığı yüksek olduğu için, kurların artması özel sektörü zora sokacaktır. Bu nedenle ve aynı zamanda enflasyonu artırır korkusuyla hükümet kurların artmasını istemiyor.

MB faizleri düşürürse, kısmen de olsa TL’den talep dövize kayar. Kurlar bir miktar artabilir. Ancak faizleri fazla düşürmenin, tüketimi artıracağı, tasarrufu düşüreceğini de unutmamak gerekir. İç tasarruf düştüğü sürece yatırım-tasarruf açığı artacak ve bu açık dış kaynak ihtiyacını artıracaktır. Yani sonuç yine göz yaşı…Yine cari açık…

Çözüm; 2-3 yıllık bir geçiş dönemi içinde kur politikasını değiştirmek ve planlı kalkınmaya geçmektir.

Yeniçağ

ARAŞTIRMA DOSYASI : Türkiye’nin 2012 Ekonomik Performansı Üzerine Bir Değerlendirme

M. Süheyb AYAZ

Türkiye’nin 2012 yılı dış ilişkiler gündemi Arap Baharı, Suriye Krizi ve Avrupa Birliği’ndeki ekonomik sarsıntılar ile dolu olarak geçmiştir. Bu dış etkenlerin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkileri yoğun bir şekilde hissedilmiş ve Türkiye’nin ekonomik kırılganlıklarını tetiklemiştir. Yüksek cari açık ve döviz dalgalanmaları gibi kırılganlıkların giderilmesi doğrultusunda

maliye ve ekonomi bakanlıkları başta olmak üzere çeşitli bakanlıkların ve T.C. Merkez Bankasının politikaları devreye sokulmuştur. Ekonomik büyüme rakamları bu sebeple aşağı yönlü olmak üzere revize edilmiş ve 2013-2015 Orta Vadeli Program’da (OVP) yüzde 3,2’ye düşürülmüştür.

Türkiye’nin en büyük ekonomik ortağı AB ülkelerinin uzun süredir borç sorunları içinde olması, bu ülkelerdeki dış talebin azalıp Türkiye’nin bölgeye yaptığı ihracatın da düşmesine neden olmuştur. Bu durum Türkiye’yi farklı pazarlara ağırlık verip ihracat pazarlarını çeşitlendirmeye zorlamıştır. İhracatta AB dışı farklı pazar oranlarını ve miktarını artıran Türkiye, ihracata hareketlilik kazandırmış, yıllık ihracatını rekor seviyeye getirerek 150 milyar doların üzerinde ihracat gerçekleştirmiştir. Yanı sıra ithalat miktarının azalması ile birlikte 2012 yılının büyümesinde net ihracat etkili olmuş ve net ihracat ağırlıklı bir büyüme sağlanmaya çalışılmıştır.

Buna rağmen cari açığın kontrolünün 2008 küresel kriz sonrası zorlaşması ve cari işlemler açığı yüksek meblağlara ulaşmış olmasının getirdiği endişe getirmiştir. Yüksek cari açıkla birlikte giden yüksek büyümenin sürdürülemeyeceğinin bir sonucu olarak 2012 yılında “yumuşak iniş” denilen ekonomi yavaşlatma programı uygulanarak cari açık baskılanmaya çalışılmıştır.

Ekonomik Büyüme Verisi

2012 yılı başı itibariyle kredilerdeki hızlı büyüme ve buna bağlı olarak artan cari açık nedeniyle Merkez Bankası devreye girmiştir. Yılın ilk aylarında kredilerde frene basılması için faiz koridoru politikası etkin olarak kullanıma sokulmuş, bankaların fonlama maliyetleri hızla yükseltilmiştir. Böylelikle bir yandan kredi talebinin önü kesilirken, diğer yandan da Türk lirasının dolar karşısında güçlenmesi sağlanmıştır. Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın, "2012’de Türk lirası ABD dolarını yenecek" sözleri akıllarda kalmıştır.

2012 yılı çeyreklerindeki büyümeye bakılacak olursa: Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) 2012 yılı ilk çeyrekte, bir önceki yılın aynı dönemine göre reel bazda yüzde 3,4; ikinci çeyrekte yüzde 3; üçüncü çeyrekte yüzde 1,6 ve son çeyrekte ise yüzde 1,4’lük bir artış göstererek yıl sonu itibariyle yüzde 2,2 olmuştur.

Profesör Asaf Savaş Akat’ın 2012 yılı ekonomisini değerlendirdiği yazısında belittiği üzere “yumuşak iniş” programı dahilinde döviz kurunun baskılanması adına faiz oranlarının arttırılmış olması GSYİH’nın yüzde 70’ini oluşturan özel kesim iç tüketimini (hanehalkı) durma seviyesine getirmiştir. Bunun üzerine sıkılan maliye politikasının etkisiyle yıl boyunca büyüme hızı azalmıştır. Neticede son çeyrek büyümesi AK Parti hükümetinin (2008 yılı hariç) en düşük son çeyrek büyümesi olarak yüzde 1,4 olmuştur.

Genel olarak, 2010-2011 yıllarındaki büyüme hızının kaynağına bakıldığında en büyük katkının iç tüketim olduğu bir ekonomik konjonktür görülmektedir. Yüksek iç tüketimin getirisi ile 2010 yılında yüzde 9,2 ve 2011 yılı verisindeki son TÜİK düzenlemesinden sonra yüzde 8,8’lik bir büyüme ardından ancak 2012’de Türkiye ekonomisiyüzde 2,2 büyüyebilmiştir.

Lakin, Türkiye ekonomisinin dinamosu olan iç talebin ilk çeyrekten başlayarak yıl sonuna kadar yavaşlayarak durma noktasına gelmiş olması büyümenin 2011 yılına göre düşük kalmasına sebep olmuştur. Bu durum ise Türkiye ekonomisinin önceki yıllarda üretim ve ihracat bazlı büyümediğini göstermektedir. Türkiye’nin 2010-2011 yıllarındaki büyüme trendini yakalaması için iç tüketim odaklı bir büyümeden ziyade daha farklı bir büyüme politikası izlemesi gerekmektedir.

Dış Ticaret, Kredi Notu ve İstihdam Verisi

Türkiye’nin ithalata yüksek bağımlı ve ihracatındaki düşük katma değerli ekonomik yapısı, problemli sayılan “cari açığı” oluşturmaktadır. Cari açığın en büyük kalemi olan net ticaret miktarı 2012 yılında iç tüketimin azalmasının getirdiği ithalat azalması ve rekor seviyede ihracatla birlikte son yılların en alt seviyesinde olmuştur.

2012 yılında ihracat hacmi, bir önceki yıla göre yüzde 13 artarak 152,5 milyar dolar seviyesine gelerek rekor kırmıştır. Buna karşılık ithalat miktarı geçen yıla göre yüzde 1,8 azalarak 236,5 milyar dolar seviyesine inmiştir. Dış ticaret dengesinin yanında hizmetler ve gelir dengeleri ile cari transferler kalemlerinin de eklenmesiyle ortaya çıkan “cari işlemler açığı” (cari açık) 48 milyar dolar seviyesine indirilerek ekonomideki bu kırılganlık azaltılmaya çalışılmıştır. Cari açık 50 milyar doların altında olmasına rağmen GSYİH’ya oranı yüzde 6’nın üzerinde kalmıştır. Bu durum ise TCMB başkanının belirttiği gibi “dengelenme yılı” olan 2012’de istenilen hedeflere tam olarak ulaşılamadığını göstermektedir.

Ayrıca Türkiye’nin kredi notu uluslararası faaliyet gösteren Fitch Ratings tarafından 18 yıl aradan sonra ilk kez yatırım yapılabilir seviye olan “BBB-” seviyesine yükseltilmiştir. Ancak, diğer önde gelen uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarından Moody’s ve S&P herhangi bir not artışına veya durum iyileştirmesine gitmemiştir. Fakat bu kuruluşların Türkiye’ye dönük “çifte standart uygulamaları” yönünde kamuoyundaki hakim görüş dikkate alındığında not artışının veya durum iyileştirmesinin olmayışı bir olumsuzluk olarak değerlendirilmeyebilir.

Türkiye’nin sürdürülebilir büyüme trendine sahip olabilmesi için gerekli olduğu düşünülen kişi başı ortalama tasarruf oranının ise yeterli olmadığı söylenmektedir. Gelişmekte olan ve örnek olarak gösterilen Güney Kore gibi ülkelerin tasarruf oranları ile Türkiye’nin ortalaması karşılaştırıldığında Türkiye’nin geride kaldığı görülmektedir. Dünya Bankası verilerine göre ortalama yüzde 14 olan Türkiye hanehalkı tasarruf oranının yüzde 30-35 düzeyinde olmasının gerekliliği söylenmektedir. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti 2013 yılında başlattığı uygulama ile bireysel emeklilik tasarrufu yapan her kişiye yatırdığı miktarın yüzde 25’i oranında destek vererek teşvikte bulunmaktadır.

Yıllık ortalama istihdam oranı hemen her ay yüzde 10’un altında olmak üzere ortalama yüzde 9,19 seviyesinde olmuştur. Enflasyon yıl genelinde tek haneli seviyede seyretmiş ve ortalama yüzde 6,16 düzeyinde kalmıştır. Her iki veri de Türkiye’nin istihdam ve enflasyon konusunda Avrupa’daki ekonomilerden daha başarılı bir performans sergilediğinin göstergesi sayılabilir.

Kamu Finansmanı

2000-2001 yıllarındaki krizlerden sonra devreye sokulan ve halen sıkı bir şekilde devam eden maliye politikaları sayesinde, Türkiye’nin borç stoğu geride kalan yıllarda azalmıştır. Sıkı mali politikaların devamının sağlanması beklenmekte ve bunun izdüşümü 2013 – 2015 OVP’deki mali hedeflerde görülebilmektedir. Bunun bir sonucu olarak Türkiye borç stoğu, birçok ekonomik açıdan benzer ülkeye göre oldukça düşük bir seviyede seyretmektedir. Türkiye ekonomisi 2012 yılında da en başarılı ekonomik performansı kamu maliyesi alanında gerçekleştirmiştir.

Yıllara göre azalan borç stoğunun içeriği ve oranları ise değişim göstermekte, kamu ve özel sektörün borç oranları farklılık arz etmektedir. 2000’li yılların başında kamu borçlarının ağırlıklı olduğu borç stoğu son yıllarda değişim göstererek daha çok özel sektörün ve hanehalkının üzerinde yoğunlaşmaktadır.

Özel sektörün ve hanehalkının borç stok oranlarının artmakta olması bir kırılganlık ve sıkıntı arz ediyor olması, Türkiye’de borç yükünün kamu sektörünün üzerinden özel sektöre kaydığının bir göstergesidir. Devletin özel sektörün ve hanehalkının borç hadlerini kontrol etmesi ve kırılgan seviyelere gelmesini önlemesi gerekmektedir. Bir kriz durumunda batan ve zorda kalan özel sektörü yine kurtaracak olan devlet olacaktır. Bu bağlamda mali politikaların dengeli götürülmesinin gerekliliğinin yanı sıra yurt içi tasarruf hadlerini yükseltmeye yönelik uygulamalar finansal istikrarın desteklenmesine de katkı sağlayacaktır. Devletin bireysel emeklilik fonlarına verdiği destek ise bunun bir sonucu sayılmaktadır.

Diğer yandan, Türkiye ekonomisinde AB tanımlı genel yönetim borç stoğunun GSYH içindeki payı ise sıkı mali disiplin neticesinde 2001 yılından 2008 yılına kadar kademeli azalışını sürdürmüştür. 2009 yılında küresel krizin bir yansıması olarak artan bu oran, 2010 yılından beri düşüşe geçmiş ve 2012 yılında kriz öncesi seviyesine gelerek yüzde 36,9 seviyesine düşmüştür.

Sonuç

Gerek ilgili bakanlıkların gerekse T.C. Merkez Bankası’nın politikaları ve açıklamaları sonucunda, “yumuşak iniş” olarak adlandırılan yüksek hızda büyüyen ekonomiyi soğutma politikalarının yüksek cari açık ve döviz dalgalanmalarını bastırdığını görmekteyiz. Her ne kadar büyümeden feda edilerek yapılmak istenen “yumuşak inişin” istenilen düzeyde olmadığını ve sorunların kalıcı çözümlerine yönelik adımlar olmadığını görmekteyiz.

Geçici çözümler yerine sistemdeki sıkıntıları çözmek adına, gelişen bir ekonomi olan Türkiye’nin iç tüketimden ziyade üretim odaklı ve ihracat bazlı bir ekonomiye kayması gerekmektedir. Ayrıca Türkiye’nin ihracatının ara mal yerine yüksek katma değerli ürünlerin ağırlıklı olduğu; dünya çapında bilinen ürünler ve markalar ihracına ihtiyacı bulunmaktadır.

Sıkı mali politikaları destekleyici yeni bir vergi ve gümrük gibi kanunlara olan gereksinimin son yıllarda hissedilmesi de ekonominin önündeki fiziksel bariyerlerden bazıları sayılabilmektedir. Üretimin yanında hukuken ve kanunen engellerin kaldırılması ve teşviklerin verilmesi de gerekmektedir. Gerekli adımların atılması halinde Türkiye’nin 15-20 yıl sonra bölgesel olduğu kadar ekonomi gücüyle de küresel bir ekonomik aktör olma yoluna girmesi; bu ekonomi gücüyle çeşitli platformlarda etkinliğini arttırmasının yolunu gözlemesinin önünde engelleri kaldırabilir.

ARAŞTIRMA DOSYASI : Yardımlar, Küresel Yoksulluk ve Uluslararası Ekonomik Sistem

Dr. Süreyya Yiğit

ORSAM Avrasya Danışmanı

İstanbul Aydın Üniversitesi

Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) son tahminlerine göre dünyadaki ekonomik büyüme biraz daha düşük olacak. Bunun başlıca sebeplerinden biri Çin’in beklendiğinden daha yavaş büyümesi, komşusu Moğolistan için de aynısı söz konusu. Herhangi bir ülkenin ekonomik olarak gelişmesi ve ilerlemesi hem bölgedeki, hem de tüm dünyadaki başka ülkeleri ilgilendirmekte. İlginin sebebi de gayet basit: Büyüyen bir pazara daha fazla ihraç etme imkanı. Yakın geçmişe göre daralmış küresel piyasanın yarattığı ekonomik sıkıntılar da halen önemini korumakta.

2008 finansal krizinin üzerinden beş yıl geçmesine rağmen etkilerini dünyanın her kıtasında görmek mümkün. Sanayileşmiş ülkeler bütçelerini planlarken harcama dilimlerini azaltma uğraşındalar. Bunlar tasarlanırken de yaşam standartlarının düşmemesi için epey emek harcanmakta. Sosyal harcamalar bir taraftan sınırlanmaya çalışılırken, seçmenin elinde bulunan oy potansiyeli ve yaklaşan seçimler karar vericileri çok ince hesap yaptırmaya mecbur etmekte.

Az gelişmiş ülkeler de benzer sıkıntıları yaşamaktalar. Son 15 yılı incelendiğinde fakir insanların durumunun her zamankinden daha da hızlı düzeldiği öne sürülmekte. Gelecek 15 yıl için de durumun daha da iyi olacağı konusunda Bill Gates gibi büyük miktarlarda bağışlarda bulunanlarda iyimser tavırlar sezilmekte. Bu iyimserliğin temelinde yatan faktör, olağan veya önceden bilinmeyen iktisadi krizler değil, insan bilgisinin artmasında odaklanmakta.

Somut olarak da AIDS’e karşı kullanılan HIV ilaçları gibi yeni ilaçların keşfedilmesi, fiyatlarının düşmesinde, yoksul çiftçilere daha fazla verim imkanı sağlayan yeni tohumların yaratılmaları da farklı örneklerden bir tanesi. Bu bağlamda Gates’e göre tarihi açıdan bakıldığında, genelde araçların icat edildikten sonra, onların geliştirildiği görülmekte. Bu görüşe karşı olanlar veya şüpheci yaklaşanlar, genelde ihtiyaç duyan insanlara yeni araçlar sunmanın zor olduğuna işaret etmekteler.

Tüm bu nevi fırsat ve zorluklarda ölçüm kullanarak yenilik büyük bir fark yaratmaktadır. Bu konuda süreci, doğru yaklaşımı seçmek ve ardından sonuçları elde etmek için ölçüm geribildirimi almak ve yaklaşımı her zaman rafine ederek herkese araçları ve hizmetleri sunmak, hedefleri net olarak açıklamak çok yararlı olacağı belirtilmekte. Elbette son noktadaki darboğazı azaltmak için bu yenilik de çok önemlidir.

Bir başka belirtilmesi gereken husus ise toplumsal sağlık ağ aracılığıyla kısmen sağlık göstergelerini ölçme yeteneğinin en önemli faydalarından birinin ülkeler arasında karşılaştırmalar yapılmasına imkan vermesidir. Bu sayede yoksulluktan adeta kırılan ülkeler benzer ülkelerin programlarından büyük ölçüde faydalanma imkanını yakalamışlardır.

Sağlık ve Tutulmayan Yardım Vaatleri

Dünya’daki fakirliğin azalması ve az gelişmiş ülkelerin daha hızlı refaha erişmesi konusunda Gates’i gelecekte en çok endişelendiren temel iki etken vardır. Sağlık ve gelişme için gerekli fonların devamının mümkün olmayacağı ve yoksullara yardımcı olmak için açık hedefler etrafında uluslararası toplumun hemfikir olamaması. Aslında gelişmiş ülkelerin ezici çoğunluğu az gelişmiş ülkelere verdikleri sözü tutmamışlar yardım sadece söylemde kalmıştır. Uygulamaların verilen taahhütlerin pek çok gerisinde kaldığını görmekteyiz. Bunun sembolik olarak en belirgin örneği de 1970 yılında Birleşmiş Milletler’de kararlaştırılan refah seviyesi yüksek olan ülkelerin Gayri Safi Milli Hasılalarının 0,7% oranına tekabül eden miktarı resmi dış yardım olarak vermeleri idi. Gelişmiş ülkeler bu oranda resmi yardım vermeyi kabullenmiş olmalarına rağmen son yıllarda bunu uygulayan ülkeleri sıralamak gayet kolay, çünkü liste çok kısadır: İsveç, Norveç, Lüksemburg, Hollanda ve Danimarka.

Durumun böyle olmasına rağmen kaynaklar konusunda, özellikle sanayileşen ve hızla gelişmekte olan ekonomilerin durumlarının ve gelişmelerinin iyi olduğu söylenebilir. Gelişmekte olan birçok ülkede, yukarıda bahsedildiği gibi Moğolistan ve benzer ülkelerde halen ciddi bir büyüme kaydedilmekte. Bunu da o ülkelerin yoksul insanlara yardım etmeye yönelik kaynaklarının artmasının bir simgesi olarak yorumlayabiliriz. Belki de en can alıcı örnek, Hindistan’ın uluslararası yardıma daha az bağımlı kalması ve de yakın bir zamanda ona ihtiyacının ya çok azalacağı veya da hiç olmayacağıdır. Yirmi yıl önce bunu söylemek imkansızdı.

Bazı ülkeler örneğin İngiltere, Norveç, İsveç, Kore ve Avustralya uluslararası yardımlarını arttırmaktadırlar; ama diğerleri, Japonya ve Hollanda gibi geleneksel cömert sponsorlar, yardım rakamlarını azaltmıştır. Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Almanya ve Kanada’nın ise hangi istikamette ilerleyecekleri halen belirsizliğini korumakta.

Yine de yardım çok önemlidir, zira en yoksul ülkelerdeki insanların temel gereksinimlerini karşılamaları için yardımcı olunmaktadır. Çeşitli yeniliklere fon olanağı sunulmakta –özellikle bunu nihai sonuçta yeni araçlar ve hizmetlerin oluşturulması ve bunların teslimi hakkında görmekteyiz. Maalesef, yardım cömertliği geleneğine sahip olan hemen hemen tüm zengin devletler büyük bütçe açıklarından dolayı halen tehdit edildikleri de başka bir gerçek.

Cömertlik dendiği zaman tabii ki yardımı yapan ülkelerin vergi ödeyen vatandaşları akla gelmekte. Vergiler ödenmediği taktirde yardımın da söz konusu olmayacağı bellidir. O zaman oy veren vatandaşların hem ikna, hem de teşvik edilmesi gerekmektedir. Burada orta ve uzun vade de ciddi bir sıkıntıyı görmemezlikten gelemeyiz. Seçmenlerin kendi cömertliklerinin olumlu etkileri hakkında haber alamamaları devam ederse, onlar kaçınılmaz olarak, iç meseleler, dahili konular üzerine eğilecekleridir. Gerçekleri yansıtsın veya yansıtmasın, yardımla ilgili herhangi menfi haber tüm yardımları olumsuz olarak etkilemekte olduğu da görülmektedir.

Özellikle Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da, yardımların kabul edilen ülkeler tarafından yolsuzluğa karışması gelişmiş ülke vatandaşlarının yardım konusunda soğumasına neden olmaktadır. Haklı olarak onlar da verilen miktarların siyasi mercilerin gizli yurtdışı banka hesaplarına değil, gerekli sosyal ve ekonomik altyapılara yönelmelerini istemektedirler. Bununla da yetinmeyip yine yolsuzluğa fırsat tanınmaması için de yardımların şeffaf olmasında ısrar edenlerin sayıları da gittikçe artmakta. Örneğin, altyapı ihalelerinin ülke hükümetine yakın olan iş çevresine değil, o işi en ucuz maliyete yapan şirketlere verilmesi istenmekte. Bunun da bir bakıma kendi ülkelerinde uygulanan sistemi veya görmek istediklerini dış yardım konusunda da aynen hayata geçirme dileği demek de yanlış olmaz.

Bilgilendirmenin Önemi

Tarihsel olarak, yardım konusuna sadece yatırım yapılan paranın toplam miktarı açısından bakılmıştır. Tartışmalar ve alternatif senaryolar hep rakamlar üzerinde yapılmıştır. Günümüzde daha kesin ölçümlerle konuya yaklaşılmaktadır; örneğin çocuk ölümleri göstergeleri. İnsanlar, ikilemleri, yardımların olumlu etkilerini çıplak gözle görebilmekteler; ya bu insanlar öleceklerdir ya da HIV tedavisi alıp yaşayacaklar. Tabii ki yardım konusuna ne zaman bu çerçeveden bakılırsa, yardımların insanlar için bir öncelik haline gelmesi açısından çok daha fazla şansının olduğunu söyleyebiliriz.

Gates’in ikinci endişesi dünya çapında net hedefler etrafında uyumlu hale gelinip gelinmeyeceği üzerindedir. Birleşmiş Milletler BKH 2015 yılında bitiminden itibaren yeni hedefler konusunda bir yol haritası çizmeye başlamaktadır. İlk turda olduğu gibi, ancak bir sonraki hedef seti kendi cömertliklerini destekleyen, seçmene yapılan işleri hatırlatan, grupları beraber çalışır hale getirmesine yardımcı olabilen, yoksullara çözümler sunma konusunda ilerleme yapılmasının görülebilmesini sağladığı takdirde olumlu sonuçlara ulaşılabilinir.

BKH başarısı uluslararası toplumun ilgi alanını çok daha genişletmiş ve onların daha da genişleyen bir hedef listesinin içine koyma eğilimine gidildiği düşüncesi yaygındır. Ama potansiyel yeni hedeflerin hepsine oybirliği desteği almak zor ve bundan dolayı birçok yeni hedef ya da kolayca ölçülemeyen hedefler, ivmede sapmaya da yol açabilir.

BKH’nin önemi çok tutarlı olmasından kaynaklanıyor, zira dünyanın en yoksul insanlarına yardım etmeye odaklanan bir mega proje. BKH üzerinde birlikte çalışmak için gerekli grupları tanımlamak çok kolay oldu ve bunların işbirliği ve ilerleme için sorumlu tutulması da ayrıca pek zor olmadı. Başka bir bağlamda, BM diğer önemli konularda, iklim değişikliğinin menfi yönlerini azaltma gibi hedeflerde anlaşmaya ulaştığında, üzerinde düşünmesi gereken önemli bir etken, farklı aktörlerin farklı bir süreç izlemesidir. Çabalar bu yönde sarf edilirse iyi sonuçlar elde edinilebilir.

Soğuk savaş sonrası çağda en yoksullar konusunda ilerlemede ne kadar mesafe alındığının görülmesi iyi bir haber olarak yorumlanmaktadır. Her ne kadar yoksulluk istenen düzeye düşürülmese bile zaman zaman da geriye biraz çekilip doğru hedeflerden doğan başarıların kutlanılması da gerekmektedir; tabii ki siyasi irade, cömert yardımlar, yeni araçları ve bunların son noktadaki teslim edilmeleri ile beraber.

Çarpıcı ve Üzücü Karşılaştırmalar

Küresel yoksulluk nispeten azalsa bile halen yüz milyonlarca, hatta milyarlarca insan için ya çok önemli bir konudur veya ölüm kalım meselesidir. Küreselleşmenin doğurduğu farklılığı belki de en çarpıcı şekilde şöyle açıklamak mümkün: Dünya nüfusundaki en fakir %40’lık kesim, dünya gelirinin sadece %5’ine sahip. En zengin beşte biri ise dünya gelirinin dörtte üçüne sahip. 2013 yılında günde 1.25 Amerikan dolarıyla yaşayanların sayısı 1.3 milyar insan. İki buçuk dolarla yaşayanlarsa nerede ise dünyanın yarısı; üç milyar insandan daha fazla.

Büyük enerji şirketlerine bakacak olursak, 2011 yılında Gazprom $44,4 milyar, ExxonMobil $41,6 milyar, Chevron $26,9 milyar kar etmiş. BP üç sene önce yarattığı çevre zararı için Amerikan hükümetine ceza olarak $4,5 milyar ve bunun yanı sıra, özel şahıslar ve şirketlere de ayrıca $7,8 milyarlık tazminat da ödemiş bulunmakta.

En fazla borç yükü taşıyan 41 fakir ülkenin ortak Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’sı -ki bu toplam olarak 567 milyon kişi etmekte- dünya’daki en zengin yedi kişinin ortak servetinden daha az. Sadece Bill Gates’in toplam serveti 67 milyar dolar olarak tahmin edilmektedir. Onun gibi dünya’da 496 tane daha milyarder var (yaklaşık olarak dünya nufüsunun %0,000008’i) ve onların ortak değeri $3.5 trilyon kadar, toplam küresel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’sının %7’sini aşan bir rakam.

Tüm bu bilgilerin ışığında yoksulluğun giderilmesi için yardımların devam etmesi ahlaki açıdan gereklidir. Dünya ekonomisi büyüyüp, az gelişmiş ülkelerde bundan paylarını alırlarsa sorunlar bir nebze de olsa hafifleyecektir. Burada Başkan Kennedy’nin ünlü sözü yardımlar ve yoksulluk için de geçerlidir: “Gelgit’teki artış tüm tekneleri kaldırır”.

ARAŞTIRMA DOSYASI : Yaptırımların İran Ekonomisine Etkileri

Seçkin BERBER

İran’da gündem, Haziran 2013’te yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerine giden süreçte yaptırımların ülke ekonomisi üzerindeki etkilerinde yoğunlaşmaktadır. Tartışmalı nükleer programından dolayı İran’a karşı 2006’da başlatılan BM yaptırımlarının kapsamı 2010’dan itibaren genişletilmiş, ABD ve AB başta olmak üzere diğer aktörler de müstakil yaptırımlar uygulamaya başlamıştır. İran’da yaptırımların ekonomi üzerinde yarattığı baskı ve sıkıntı gözle görülür bir hal almış durumdadır. Başlatılan yaptırımların etkisiyle işsizlik ve enflasyonun arttığı İran’da ekonominin büyüme oranı belirgin biçimde düşmüş, 2012 yılında ekonomi küçülmeye başlamıştır. Özellikle nüfusu 15 milyonu aşan Tahran’ın sokakları, ekonomik yaptırımlar karşısında halkın sabrının tükenmekte olduğuna işaret etmektedir. Bu analiz, hâlihazırda cumhurbaşkanlığı seçimlerine hazırlanmakta olan İran’ın içinde bulunduğu ekonomik koşullara ilişkin bir çerçeve çizmeyi amaçlamaktadır. Böyle bir değerlendirmeyi yapabilmek için kısaca İran ekonomisinin devrim sonrası süreçteki seyrine değinilmekte, İran ekonomisinin genel özellikleri açıklanmakta ve uygulanan yaptırımların etkileri incelenmektedir.

Devrim Sonrası Süreçte İran Ekonomisi

1979 İran Devrimi’nin siyasi ve sosyal nedenleri, ulusal ve bölgesel etkileri ve sonuçları üzerine çok sayıda akademik çalışmaya rastlamak mümkündür. Aynı ölçüde akademik ilgiye mazhar olmasa da devrimle birlikte İran’ın finansal ve ekonomik düzeninde de köklü değişikliklere gidilmiştir. Ancak devrimin üzerinden 34 yıl geçtiği halde bu köklü değişikliklerin İran’da sağlam ve dengeli bir ekonomik düzen tesis edemediği gözlemlenmektedir. Devletçi anlayışın devrimle birlikte güçlenerek devam ettiği İran’da ekonomide serbest piyasa kurallarının tesisine yönelik reformlar sürekli tartışma konusu olmuş, reform yanlısı ve karşıtı unsurlar arasındaki mücadele istikrarlı bir ekonomi politikasının yerleşmesini imkânsız kılmıştır. Devrim sonrası İran’da yönetici elitler, devletin ekonomide güçlü bir role sahip olması gerektiğini savunmuş, özel sektöre ve piyasa ekonomisine gelişen tepki, ülkede bulunan bankaların ve pek çok işletmenin kamulaştırılmasına yol açmıştır. Devrimin ardından kamulaştırılan varlıkların denetimi ise büyük ölçüde Devrim Muhafızları ve Bünyad adı verilen vergiden muaf vakıflara geçmiştir.

Haşimi Rafsancani (1989-1997) ve Muhammed Hatemi (1997-2005) dönemlerinde İran ekonomisinde serbest piyasa düzenine geçiş denemeleri niteliğinde bazı reform girişimleri gerçekleştiği görülmektedir. Rafsancani ve Hatemi dönemlerinde hükümetler bu reformları desteklemişse de, girişimlerden beklene netice alınamamış, İran ekonomisinin serbest piyasa ekonomisine dönüşümü gerçekleşmemiştir. Rafsancani döneminde kamu teşekküllerini özelleştirme girişimleri başarısız olmuş, özelleştirildiği ifade edilen kurumlar Devrim Muhafızları ve Bünyad adlı rejim yanlısı vakıfların denetimindeki şirketlere devredilmiştir. İran’da özelleştirme süreçlerinde ortaya çıkan bu devletçi direnç, muhtemel yatırımcıların uzun dönemli yatırımlardan vazgeçmesine yol açmış ve ekonominin dışa açılması mümkün olmamıştır. Aynı dönemde akaryakıt ve doğal gaz gibi ürünlerde tüketicilere sağlanan sübvansiyonların azaltılması ve emtia fiyatlarında serbest piyasa kurallarının uygulanması doğrultusundaki reform girişimleri sonuçsuz kalmıştır.(1)

İran ekonomisinde Muhammed Hatemi dönemindeki reform girişimlerinden de netice alınamadığı gözlemlenmiştir. Hatemi genel olarak özelleştirme projelerini desteklediği gibi bazı bankaların özelleştirilmesini savunmuş, yabancı yatırımı teşvik etmeye çalışmıştır. Ancak Hatemi iktidarının son yıllarında muhalefetteki muhafazakârların mecliste güçlenmesi, bu dönemdeki reform teşebbüslerinin de akim kalmasına neden olmuştur. Gelir dağılımında adalet ve yoksulluğun azaltılması vaadiyle iktidar gelen Mahmud Ahmedinejad, ekonomide devletçilik yanlısı muhafazakâr görüşü güçlendirmiştir. Ekonomide devletin etkinliğini savunan ve özelleştirme projelerine muhalefet eden Ahmedinejad iktidarı, Hatemi döneminde başlatılan özelleştirme süreçlerini durdurmuş, bankacılık sektörünü tamamen devlet güdümlü hale getirmeye, enerji sektöründeki devlet denetimini artırmaya ve kredi faiz oranlarını radikal düzeyde düşürmeye başlamıştır. Ancak süreç içinde Ahmedinejad’ın merkeziyetçi ekonomi politikaları, İran’da aksi yönde bir muhalefete sebep olmuştur.(2)

İran Ekonomisinin Genel Özellikleri

İran ekonomisi, tıpkı siyasetinde olduğu gibi, tamamen dini-bürokratik yapının denetimi altındadır. Fiyatların denetimi, sübvansiyonların miktarı ya da iç piyasaya ne zaman nasıl müdahale edileceği konuları doğrudan bu yapının tasarrufundadır.

Petrol ve doğal gaz kaynakları açısından oldukça zengin bir coğrafya üzerinde kurulu İran’da ekonomi büyük ölçüde enerjiye dayalıdır. İran kanıtlanmış petrol rezervlerinde Suudi Arabistan, Venezüella ve Kanada’dan sonra dünyada dördüncü (3), doğal gaz rezervlerinde ise Rusya’dan sonra dünyada ikinci en büyük rezerve sahiptir.(4) İran 137 milyar varil ile dünyadaki toplam petrol rezervlerinin %9.3’üne; 1.046 trilyon kübik fit ile dünyadaki toplam doğal gaz rezervinin ise %15.7’sine sahiptir.(5) Yaklaşık 13.000 dolarlık kişi başına düşen milli gelir (6) ile İran, Dünya Bankası verilerine göre “yüksek-orta gelirli ülkeler” grubunda yer almaktadır. Enerji sektöründen (petrol ve doğal gaz) sağlanan gelirlerdeki artış 2003 yılında 7.000 dolar civarında olan kişi başına düşen milli geliri 2012’de 13.000 doların üzerine taşımıştır.

İran bölgesindeki diğer ülkelerle kıyaslandığında bu veriler bir “ekonomik gelişmişlik” profili çizmektedir. Ancak sahip olduğu enerji kaynakları ve bu kaynaklardan elde edilen gelirler göz önünde bulundurulduğunda İran toplumundaki refah düzeyinin daha yüksek olması gerekmektedir. Enerji sektöründen elde edilen gelirin % 70’inin devlet bütçesine aktarıldığını dikkate alındığında toplumun daha rahat koşullarda yaşıyor olması beklenmektedir. Ancak İran’daki mevcut görüntü bunun tam tersini göstermektedir. 79 milyona yaklaşan bir nüfusa (7) ve zengin enerji kaynaklarına sahip olan İran, kaynak ve işgücü açısından mevcut iç dinamiklerini fırsata dönüştürememiştir. İran, Rafsancani ve Hatemi dönemlerinde uygulanan planlı ekonomi ile ortalama %6’lık bir büyüme oranı yakalasa da, sanayi üretimine dayalı istikrarlı bir büyüme grafiği yakalayamadığı gözlemlenmiştir. Nitekim 2002-2008 dönemindeki nispeten istikrarlı büyüme, büyük ölçüde yükselen petrol fiyatlarına bağlı gerçekleştirilebilmiştir. İran ekonomisinin büyüme oranının 2008’den itibaren belirgin biçimde düştüğü, yaptırımların etkisiyle 2012’den itibaren ise küçülmeye başladığı görülmektedir.

Grafik: 1 İran’da Yıllık Büyüme Oranları, 2002-2012

Kaynak: Indexmundi

İran ekonomisinin sektörel dağılımında % 50.60’lık pay ile hizmet sektörünün öne çıktığı görülmektedir. Tüm kamu hizmetlerinin, ticaret, bankacılık, finans, sigorta, turizm ve taşımacılık faaliyetlerinin toplamını ifade eden bu yüzde aynı zamanda devletin denetim altında tuttuğu alanları göstermektedir. Petrol ve doğal gaz, savunma, otomotiv ve madencilik alt sektörlerinden oluşan sanayi sektörünün ise toplam gayri safi yurt içi hasıladaki payı %38.40 oranındadır. Toplam yüzölçümünün sadece %11’lik kısmı ekilebilir arazilerden (8) oluşan İran’da tarım sektörü % 11’lik pay almaktadır. Özellikle, Hazar denizi kıyısında, ülkenin kuzeybatı ve batı bölgelerinde yetişen tarım ürünleri pirinç, arpa, mısır, pamuk, şeker pancarı ve şeker kamışı, çay, tütün, meyve ve sebze, patates, baharat (kimyon, safran ve sumak) yanında İran’da hayvancılık da yaygındır.(9)

Grafik 2: İran’da Yıllık İşsizlik Oranları, 2007-2012

Kaynak: Indexmundi

İran’da işsizlik yapısal bir sorun durumundadır. 2007-2009 döneminde düşüş eğilimi gösteren işsizlik 2009’dan itibaren tekrar yükselmeye başlamış ve 2011’den itibaren %15’in üzerinde seyretmeye başlamıştır. İran’da genç yaşlardaki işsizlik oranının daha yüksek olduğu değerlendirilmektedir. İran ekonomisinde işsizliğinin ardından en önemli problemlerden bir de enflasyondur. 1979 sonrası dönemde 1985 ve 1990 yıllarındaki istisnai düşüşler göz ardı edildiğinde İran’da enflasyon genelde %15-25 aralığında seyretmiş, 2011’den itibaren tekrar %20’nin üzerine çıkmıştır. Yaptırımların da etkisiyle İran’da işsizlik ve enflasyon ülke ekonomisinin akut iki sorunu olarak kalmaya devam etmektedir.

Grafik 3: İran’da Yıllık Enflasyon Oranları, 2005-2012

Kaynak: Indexmundi

Bu genel istatistiki veriler ışığında İran ekonomisinin özellikleri aşağıdaki gibi sıralanabilir:

-İran ekonomisinin neredeyse tamamı devlet hâkimiyetindedir. Çok sayıdaki bürokratik kurumun ve iktisadi kamu kuruluşlarının varlığı İran ekonomisinin hantal yapısının temel sebepleridir. Bununla birlikte, ülke kaynaklarından elde edilen gelirin %80’e yakınının devlet bütçesine aktarılmasına rağmen, devlet yardımlarının hangi sektöre ne miktarda aktarılacağına dair kesin bir planlama veya uygulama bulunmamaktadır.
-İran ekonomisi büyük ölçüde petrole bağımlı bir ekonomidir. Dünyadaki ekonomik ve politik dalgalanmalar sonucu hızlı iniş ve çıkışlar gösteren petrol fiyatlarından İran iç piyasasının hemen etkileniyor oluşu, petrole bağımlı olan ekonominin kırılganlığının göstergesidir.
-İran ekonomisi içe dönük ve nispeten kapalı bir ekonomidir. Devrim sonrası dönemde siyasi bağımsızlığını kendi kendine yeten bir ekonomi inşa ederek sağlayabileceğini değerlendiren İranlı karar mercileri, doğrudan yabancı yatırıma sıcak bakmamakta ve yüksek gümrük vergileri uygulamaktadır.
-İran’ın içe dönük ekonomik yapısı hükümet düzenlemelerinde kendisini göstermektedir. Tüm bankacılık ve ticaret işlemlerinde ve para akışında hükümetin dikkat çekici ve sıkı bir denetim mekanizması bulunmaktadır.
-İran’da devletin vergi gelirleri oldukça azdır. Ülke genelinde ticari alanda faaliyet gösteren kuruluşların yaklaşık %40’ı vergiden muaf tutulmaktadır. Toplanan vergiler, kamu gelirlerinin sadece %25’ini, gayri safi yurtiçi hasılanın ise %6’sını oluşturmaktadır. Düşük vergi gelirlerine karşın, işletmelere hammadde ve teçhizat, hanehalkına özellikle temel gıda ve hizmetlerde (petrol, doğal gaz ve elektrik enerjisinde) mali destek sağlanmaktadır. Bu iki zıt politika, özellikle ekonomik darboğazların yaşandığı dönemlerde, hazineyi kaynakları yönetememe noktasına getirmektedir.(10)

Yaptırımların İran Ekonomisine Etkileri

İran, 1979 Devrimi’nden bu yana çeşitli dönemlerde siyasi ve ekonomik yaptırımlara maruz kalmıştır. ABD, 1979’daki rehine krizinden bu yana İran’a belirli dönemlerde farklı kapsamlarda yaptırımlar ve kısıtlamalar uygulamıştır. 2006’dan itibaren başlatılan yaptırımlar ise İran’ın tartışmalı nükleer programından kaynaklanmaktadır. Yaptırımlar, İsrail’in etkisiyle ABD ve Batılı ülkelerin İran’ın nükleer programını BM Güvenlik Konseyi’nde gündeme taşıması sonucunda başlatılmıştır. İlk etapta Tahran’ın nükleer enerji programını ve balistik füze projelerini sürdürmesini engellemeye yönelik tasarlanan BM yaptırımları, daha sonra İran bankalarının yurtdışı faaliyetlerini ve enerji sektörünü kapsayacak şekilde genişletilmiştir. 2006’da Güvenlik Konseyi’nde kabul edilen 1737 sayılı kararla başlatılan BM yaptırımları, 2007 yılında 1747 sayılı kararla, 2008 yılında 1803 sayılı kararla ve 2010’da 1929 sayılı kararla genişletilerek sürdürülmüştür.

BM’nin İran’a uygulamakta olduğu yaptırımlar; ihracatta askeri teçhizat, petrol, doğal gaz ve petrol kimyasallarını, ithalatta ise askeri teçhizat, işlenmiş petrol ürünleri, bankacılık, finans ve sigorta sektörlerini kapsayacak işlemleri ve gemicilik (özellikle Hürmüz Boğazı ve Fars Körfezi üzerinden ilerleyen ticaret) sektörlerini içermektedir. BM yaptırımları dışında ABD, AB Avustralya, Kanada, Hindistan, İsrail, Japonya, Güney Kore ve İsviçre’nin İran’a tek taraflı yaptırımlar uygulamaya başladığı gözlemlenmiştir. ABD’nin teşviki ve BM yaptırımlarıyla eşgüdümlü başlatılan bu müstakil yaptırımlarla birlikte İran ekonomisinin makro verilerinde fark edilir değişiklikler olduğu görülmektedir. İran’da 2000’li yıllarda istikrarlı bir büyüme trendi izleyen gayri safi yurtiçi hasıla 2008’den itibaren keskin biçimde düşmüş ve 2012 yılından itibaren küçülmeye başlamıştır. 2011’den itibaren %15’in üzerine çıkan işsizlik oranları yükselmeye devam etmektedir. 2010’dan itibaren çarpıcı biçimde yükselen enflasyon 2012’de %24’e yaklaşmış durumdadır.

İran’da yaptırımlardan en fazla etkilenen ve sanayi üretiminin zayıflamasına neden olan sektörün finans sektörü olduğu gözlemlenmiştir. Finans sektöründeki kırılma halk üzerinde görünür olumsuz etkileri beraberinde getirmiştir. İran para birimi Riyal’in alım gücü 2012 Temmuz ayından bu yana %80 oranında düşmüştür. Her ne kadar ülkede sabit kur sistemi uygulanıyor olsa da, Riyal’in Amerikan Doları karşısındaki ani değer kaybı İran iç pazarının nabzının attığı Kapalı Çarşı’da (Bazaar-ı Bozorg) hissedilmektedir. 2013 Mart ayı başında Tahran’da görüşme fırsatı bulduğumuz Kapalı Çarşı esnaflarından hemen hepsi ürettikleri ürünleri dışarıya satamamanın ve iç piyasadaki daralmanın yarattığı sıkıntıyı dile getirmişlerdir. Zira uluslararası elektronik para gönderi ağı SWIFT (Society for Worldwide Interbank Financial Telecommunication) ekonomik yaptırımlar çerçevesinde geçtiğimiz yıl İran’ı sisteminden çıkarttığından beri sadece iç piyasalar değil, İran bankaları da zor duruma düşmüştür.(11) Günlük piyasada ya da döviz bürolarında Dolar ya da Avro bulabilmek için değişim yapılacak tutarı önceden bildirmek suretiyle rezervasyon yaptırmak gerekmektedir. Zira Bank Sepah, Bank Mellat ya da Bank Melli İran gibi büyük ve ticari bankaların orta ve küçük büyüklükteki şubelerinde önceden haber verilmeksizin 100 dolar bulabilmek ya da bozdurabilmek oldukça zorlaşmıştır.

Yaptırımlar, İran’da enerji, savunma, otomotiv ve madencilik alanlarında yoğunlaşan sanayi üretiminin artışını durdurmuş, üretimin azalmasına neden olmuştur. İran’da yaptırımlardan dolayı bankacılık işlemleri yapılamadığı için yerli şirketler yurtdışından gerçekleştirecekleri ithalatta ödeme yapabilecek mekanizmadan mahrum kalmış, böylece sanayi üretiminde kullanılan ithal ara girdi malların ithalatı engellenmiştir. Bu nedenle İran’da otomotiv, tekstil, gıda ve ilaç sektörlerinde üretim düzeyinin düştüğü, mevcut kısıtlamaların devamının bu sektörlerde üretimi sürdürülebilir olmaktan çıkarabileceği ifade edilebilir. Neticede yaptırımlar sanayi sektörünün performansının belirgin biçimde düşmesine yol açmıştır. 2000-2011 döneminde ortalama %4 düzeyinde artış gösteren sanayi üretimi 2011 yılından itibaren azalmış, 2012 yılında üretim yaklaşık %3 oranında daralmıştır. Diğer taraftan yaptırımların İran sanayi sektöründeki olumsuz etkilerinin yanında olumlu sonuçlar da doğurduğu gözlemlenmektedir. İran’da ithal ara girdi mallardan mahrum kalan belirli sektörlerde işletmelerin yerli üretime yöneldiği, böylece milli sanayinin sınırlı da olsa ilerleme kaydetmeye başladığı değerlendirilmektedir.(12)

İran’da enerji sektörünü ve petrol ticaretini hedef alan yaptırımlar nedeniyle petrol ürünlerinden elde edilen gelir ve petrolün toplam ihracat içindeki payı düşmeye başlamıştır. İran Merkez Bankasının verilerine göre 2006-2007 döneminde petrol ürünlerinin toplam ihracat içindeki payı %84,9 düzeyindeyken, 2010-2011 döneminde %78,9 düzeyinde gerilemiştir. Hindistan, 2013 yılı içinde İran’dan petrol ithalatını durduracağını açıklamıştır. Ayrıca Japonya ve Güney Kore’nin İran’dan ithal ettikleri petrol miktarını azaltması beklenmektedir. Diğer sektörlerle karşılaştırıldığında İran’da petrol sektörünün yaptırımlardan aynı düzeyde olumsuz etkilenmediği görülmektedir. Petrol sektöründeki nispi mukavemetin sebebi Çin’in İran ile arasındaki petrol ve petrol ürünlerine bağlı ticareti kesmemesi olarak değerlendirilebilir. Ancak Hindistan’ın İran’dan petrol alımını durdurması, Güney Kore ve Japonya’nın da ithal ettikleri petrolü azaltmaları durumunda, İran’ın petrol gelirlerinin belirgin biçimde düşeceği beklenmektedir.

Sonuç Yerine

Genel özellikleri göz önünde bulundurulduğunda İran ekonomisinin yaptırımların da etkisiyle uluslararası piyasada rekabet edebilir bir konumda olmadığı gözlemlenmektedir. Dış piyasalarda rekabet kabiliyetini yitirmeye başlayan İran’ın iç pazarda da maruz kaldığı “sıkışmışlık” belirgin bir hal almıştır. Özellikle BM yaptırımlarının genişletilmesi ve AB’nin müeyyideleriyle İran’da belirginleşen darboğaz, cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde ekonomiyi halkın ikinci önemli gündem maddesi haline getirmiştir.

Rafsancani ve Hatemi dönemlerinde hükümetlerin ekonomi politikaları sayesinde İran siyasetinin bel kemiği sayılan orta sınıf büyümüş, bu sınıfın geliri artmıştır. Bugünkü ekonomik darboğazdan en çok etkilenen kesim orta sınıftır. İran’da zengin kesim, ülkedeki mevcut siyasi ve ekonomik sıkışmışlığa karşı tepki göstermemektedir. Kırsaldaki yoksullar ise neredeyse tamamen din adamlarının denetimindeki vakıflar aracılığıyla yaşamlarını idame ettirmektedir. Bu nedenle cumhurbaşkanlığı seçimlerinde "şehirli orta sınıf" olarak anılan kesimin ekonomik darboğaza vereceği tepkilerin belirleyici olacağı ifade edilebilir. Ancak yenilikçi görüşteki önemli siyasetçilerin ve aydınların hapiste oluşu, liderlerin bu kalabalık toplumsal tabandan soyutlanmışlıkları ve uzun süredir durgun olan muhalefet hareketi nedeniyle orta sınıf, siyasi olduğu kadar ekonomik çıkmazlara karşı da örgütlenebilme imkanına sahip değildir. 2005 yılından bu yana iktidarda bulunan Ahmedinejad hükümeti döneminde kısmen dış yaptırımlar kısmen iç dinamikler nedeniyle zayıflayan ekonominin kurtuluşu olarak yine Ahmedinejad’a yakınlığı ile bilinen Meşai’nin görülmesi ise bir başka ironi olarak değerlendirilebilir.

Muhtemel cumhurbaşkanı adaylarının politik yönden değerlendirilmesi kadar (Cumhurbaşkanı Adayları için bakınız: İran’da Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı Seçimleri: Muhtemel Adaylar (10)) ekonomik yönden önerdikleri çözümler de önem arz etmektedir. Ancak şimdiye kadar isimleri açıklanan 25’ten fazla adayın hiçbirinin İran ekonomisine dair herhangi bir plan ya da program paylaştıkları görülmemiştir. Bu bağlamda, İranlı seçmenlerin karar verirken hangi göstergeleri göz önünde bulunduracakları konusu seçimlere iki aydan az süre kala hala bilinememektedir.

ARAŞTIRMA DOSYASI : Moğolistan’ın Jeopolitiği, Ekonomisi ve Dış Politika Stratejisi

Ömer Faruk TÜRK

1921 yılında Çin’den ayrılarak bağımsızlığını ilan eden Moğolistan, Bolşeviklerin desteğiyle tesis ettiği yönetim sistemiyle dünyanın ikinci komünist devleti olmuş, Sovyetler Birliği’nin güdümüne girmiştir. Moğolistan, bağımsızlığının ilk dönemlerinde uluslararası arenada tanınma mücadelesi vermiş, ancak 1946’da Çin tarafından tanınmış ve 1960’da Birleşmiş Milletler’e kabul edilmiştir. Ulanbator, Çin’e karşı tanınma mücadelesi verdiği bu dönemde Sovyet Rusya’nın nüfuz alanı içinde kalmayı tercih etmiş, devletler sistemine bağımsızlığını kabul ettirirken Sovyetlere bağımlı hale gelmiştir. Moğolistan, Soğuk Savaş dönemindeki uluslararası sistemde Moskova’nın uydusu olarak varlık göstermiş, Sovyetler Birliği ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında tampon bölge işlevi görmüştür.

Soğuk Savaş sona erdiğinde Sovyetlerin mali desteğinin kesilmesiyle iktisadi durgunluk dönemine giren Moğolistan, aynı dönemde piyasa ekonomisine geçmeye çalışmış ve Rusya’nın etkisinden kurtulmaya başlamıştır. İlk etapta liberal ekonomiye intibak sorununun yaşandığı Moğolistan’da 1996’da iktidara gelen Demokratik Birlik Koalisyonu döneminde serbest piyasa sistemine dönüşüme imkân tanıyan reformlar gerçekleştirilmiştir. Moğol karar mercileri, Soğuk Savaş döneminden çıkarılan derslerle çok yönlü dış politikanın ve ticari ilişkilerin önemini kavramış, bu anlayış doğrultusunda özellikle Çin ve ABD olmak üzere diğer ülkelerle ilişkiler geliştirmeye odaklanmıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise coğrafi yakınlığın etkisiyle giderek Çin’in ekonomik nüfuz alanına giren Moğolistan siyasi ve ekonomik bağımsızlığını, Rusya ve Çin dışındaki üçüncü ülkelerle geliştireceği güçlü ilişkilerle muhafaza edebileceğini değerlendirmiştir.

Moğol karar mercileri, ülkenin coğrafi konumunu göz önünde bulundurarak Rusya ve Çin dışındaki ülkelerle münasebete geçmek ve bu iki ülkeye olan bağımlılığı yönetilebilir bir düzeye çekmek maksadıyla “üçüncü komşuluk” stratejisini tasarlamıştır. Ulanbator bu strateji doğrultusunda başta ABD, Kanada, Japonya, Güney Kore, Hindistan, Avustralya, Almanya ve Hollanda olmak üzere diğer ülkelerle ikili ilişkilerini geliştirmeye başlamış, bu ülkeleri Moğolistan’a yatırım yapmaya davet ve teşvik etmiştir. Bu analizde Moğolistan’ın jeopolitiği, yeraltı kaynaklarına bağlı gelişen ekonomisi, Rusya ve Çin ile mevcut ilişkileri incelenmekte, Moğol karar mercilerinin Rusya ve Çin’e bağımlılığı azaltmak amacıyla uygulamaya çalıştığı üçüncü komşuluk stratejisi değerlendirilmektedir.

Moğolistan’ın Jeopolitiği

Moğolistan, 1.564.000 km2’lik yüzölçümü ve yaklaşık 2,8 milyonluk nüfusu ile yeryüzünde, nüfusuna oranla en geniş toprağa sahip ülkedir. Halkın %30’unun hala göçebe ve yarı göçebe olduğu Moğolistan’da nüfusun %90’ı Moğollardan oluşmaktadır. Moğolların % 70’e yakını Kalka, gerisi de Zaçin Moğollarıdır. Moğolistan nüfusunun %6’sını Kazaklar, %4’ünü ise Rus, Çin, Kore ve diğer etnik unsurlar oluşturmaktadır. Tarihi süreçte Moğolların etki alanı Moğolistan’ın mevcut toprakları dışında Rusya ve Çin’in bugünkü sınırları içinde yer alan bölgeleri de kapsamaktadır. Rusya’da Tuva Özerk Cumhuriyeti’nde, Sibirya’nın güneyindeki Buryatya bölgesinde ve Çin’de İç Moğolistan bölgesinde Moğollar yaşamaktadır. Modern Moğolistan, mevcut Moğol dünyasının sadece bir parçası niteliğindedir. Moğol dünyası olarak ifade edilen bölge Avrasya coğrafyasında doğuda Kore yarımadasından batıda Hazar Denizi’ne kadar uzanan bir kuşağa tekabül etmektedir.

Moğolistan’da, bağımsızlığın ardından eski Moğol topraklarına hâkim olma fikri yayılmaya başlasa da Sovyet dönemindeki siyasi zeminde Pan-Moğolizm bastırılmıştır. Ancak 1990 sonrasında Moğol milliyetçiliği söylemleri artmış ve Cengiz Han’a atıfla Rusya’nın Moğolistan sınırına yakın Buryatya bölgesi, İç Moğolistan ve Altay dağlarına kadar olan sınırlar kastedilerek geleneksel Moğol coğrafyasının öneminden bahsedilmiştir. Moğol askerlerine Cengiz Han’ın hayatı ve Cengiz Haz döneminde getirilen askeri yeniliklerin ülkeye kazandırdığı güç anlatılmaya başlanmıştır. Bu dönemde siyasi liderlerin de katıldığı Cengiz Han günleri düzenlenmiş ve milli ruhun yeniden canlandırılması amaçlanmıştır. Ancak bu milliyetçilikte bugünkü Rusya ve Çin sınırları içindeki Moğol unsurlara yönelik belirgin bir yayılmacılık anlayışının olmadığı görülmektedir. Pan-Moğolist düşünce kültürel değerleri korumayı amaçlamakta, yayılmacı politikalar içermemektedir. Aksi takdirde Rusya’nın ve Çin’in tepkisine maruz kalacak olacak olan Ulanbator, bu tepkilerden zarar görebileceğini değerlendirmektedir.

Orta doğu Asya’da yer alan Moğolistan’ın sadece Rusya Federasyonu’na ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne sınırı vardır. Denize çıkışı bulunmayan Moğolistan, coğrafi olarak kuzeyde Rusya güneyde Çin tarafından çevrelenmiş durumdadır. Moğolistan’a üçüncü ülkelerden hava ve kara yoluyla gerçekleştirilecek nakliyat ve ziyaretler, Rusya’nın veya Çin’in hava sahasını veya karayollarını açmasına bağlıdır. Aynı şekilde Moğolistan, ancak Rusya ve/veya Çin üzerinden dünyaya açılabilecek bir konumdadır. Bölgedeki güç dengesi de Moğolistan’ı Moskova ve Pekin’e bağımlı kılan önemli bir unsurdur. Moğolistan kendisiyle mukayese edildiğinde güç çarpanları oldukça büyük olan ve stratejik derinliğe sahip Rusya ve Çin arasında yer almaktadır. Moğolistan, enerji ve savunma alanında Rusya’nın etkisinde iken, ekonomik açıdan Çin’in nüfuz sahasındadır. Çin’in kalabalık nüfusu ise Ulanbator-Pekin arasındaki güç asimetrisini derinleştirmektedir.

Rusya ve Çin’e bağımlılığı kaçınılmaz kılan bu coğrafi konum ve güç dengesi, Moğol devlet aklını Moskova ve Pekin’le iyi komşuluk ilişkilerini korumaya ve bu iki ülke dışındaki üçüncü ülkelerle ilişkilere odaklanmaya sevk etmiştir. Moğol karar mercileri, dış politika uygulamalarını Rusya ve Çin’in tepkilerini hesaba katarak gerçekleştirmekte, özellikle bu iki ülkeyi tahrik edebilecek politikalardan imtina etmektedir.(1) Ancak Ulanbator, tamamen bu iki ülkeye veya sadece bu ülkelerden birisine bağımlı kalmayı da arzu etmemekte, üçüncü ülkelerle irtibatını güçlendirmeye çalışmaktadır. Moğol devletinin bu yaklaşım doğrultusunda geliştirdiği üçüncü komşuluk stratejisinin coğrafyanın dış politika üzerindeki etkisinin belirgin bir örneği olduğu ifade edilebilir.

Diğer taraftan Rusya ve Çin gibi iki güçlü ülke arasındaki tampon bölge işlevi, Moğolistan’a Avrasya jeopolitiğinde kritik bir konum kazandırmaktadır. Dünyadaki mevcut dengeler üzerinde etkili olan, Avrasya jeopolitiğine yön veren Rusya’ya ve Çin’e sınır komşusu olmak Moğolistan’ı gerek bu iki ülke nazarında ve arasında gerekse ABD ve diğer Batılı devletler nezdinde kıymetli bir aktöre dönüştürmektedir. Tamamen Çin’in nüfuzu altına girmiş bir Moğolistan Moskova’yı rahatsız edebileceği gibi, Soğuk Savaş dönemindeki gibi Rusya’nın güdümünde hareket eden bir Moğolistan Pekin’de kaygı uyandırabilir. Moğolistan’ın Batılı ülkelerle, özellikle ABD’yle yüksek düzeyli ilişkiler geliştirmesi ise hem Rusya hem de Çin’de endişelere yol açabilir.

Moğolistan’ın Ekonomisi

Sovyet döneminde kapalı piyasa sistemine sahip olan Moğolistan, 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından serbest piyasa ekonomisine geçmeye çalışmıştır. Moğol ekonomisi Sovyet sisteminin çökmesiyle büyük bir mali destekten mahrum kalmış, Sovyetlere bağımlı bir modelden müstakil bir serbest piyasa ekonomisine geçişte zorluklarla karşılaşmıştır. İlk aşamada yüksek enflasyon, işsizlik ve temel gıda maddelerinde yetersiz arz gibi akut problemlerle mücadele eden Moğolistan’a ABD, Japonya, Almanya ve Kanada finansal destek sağlamıştır. Moğol ekonomisi 1990’lı yılların ilk yarısındaki istikrarsız dönemin ardından 1996-2000 döneminde serbest piyasa ekonomisine geçişi sağlayan reformlar gerçekleştirmiş ve toparlanmaya başlamıştır.

1995’te %6, 1996-1999 döneminde ortalama %3,5 düzeyinde büyüme kaydeden Moğolistan, 1997’te Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olmuştur. 1990’lı yılların sonunda Asya’daki ve Rusya’daki finansal krizden olumsuz etkilenen Moğol ekonomisinin 2000’li yıllarda daha yüksek oranlarda büyüdüğü gözlemlenmiştir. Moğolistan 2003-2008 döneminde %7-10 düzeyinde büyümüş, 2008’de küresel finansal krizden dolayı %1,3 oranından küçülürken 2009’dan itibaren tekrar yüksek büyüme rakamlarına ulaşmıştır. 2011 yılında %17,5’lik bir oran ile dünyada ekonomisi en çok büyüyen ülke haline gelen Moğolistan, 2012 yılında da %12 düzeyinde iki haneli büyüme oranı kaydetmiştir. Dünya Bankası, yer altı kaynaklarının ihracatından elde edilecek gelirlerdeki beklenen artıştan hareketle Moğolistan’ın 2013 yılında ise %22,9’luk bir büyüme kat edeceğini öngörmektedir.

Şekil 1: Yıllık Büyüme Trendi

Kaynak: Dünya Bankası

Moğolistan tarım, hayvancılık ve madenciliğe dayalı bir ekonomiye sahiptir. Tarıma elverişli toprakların oldukça sınırlı olduğu ve göçebe yaşam biçiminin hala sürdürüldüğü ülkede hayvancılık oldukça yaygındır. Dünya kaşmir arzının %30’unu sağlayan Moğolistan’da kaşmir ihracatı toplam ihracatının yaklaşık %7’sini oluşturmaktadır. Moğol ekonomisindeki yüksek büyüme oranları ise büyük ölçüde madencilik sektöründeki hareketliliğe bağlıdır. Bu nedenle hayvancılığa zarar veren doğal afetler ve maden fiyatlarındaki dalgalanmalar, Moğol ekonomisinde ödemeler dengesini ve büyüme grafiğini doğrudan etkilemektedir. Örneğin küresel finansal kriz nedeniyle 2008-2009 döneminde bakır fiyatlarının düşmesi ve 2009-2010 kış dönemindeki şiddetli kar fırtınasında (zud) çok sayıda hayvanın telef olmasıyla kaşmir üretimin azalması bütçe açığına ve ihracat rakamlarının düşmesine yol açmıştır.

Moğolistan bakır, altın ve kömür gibi yer altı maden kaynaklarına sahiptir. Moğolistan’da 150 bin metrik ton uranyum rezervinin olduğu ileri sürülmektedir. Bu rezerv büyüklüğüyle Moğolistan, dünyada en fazla uranyuma sahip 8. ülke konumundadır. Moğol topraklarında yaklaşık 1000 ton altın (40 milyon ons), 35 milyon ton bakır ve 173 milyar ton kömür rezervi bulunduğu tahmin edilmektedir. Bakır, altın, çinko ve kömür madenlerinin ihracatı toplam ihracatın yaklaşık %70’ine tekabül etmektedir. Moğol ekonomisi başta Çin olmak üzere pek çok ülkeye ihraç edilen bu madenler sayesinde güçlenmektedir.

Moğolistan’daki mevcut sanayi üretimi büyük ölçüde maden kaynaklarına bağlıdır ve yabancı yatırımlar madencilik sektöründe yoğunlaşmaktadır. Bu kapsamda keşfedilen yeni bakır, kömür ve uranyum yataklarının Moğolistan ekonomisine büyük katkı sağlayacağı değerlendirilmektedir. Oyu Tolgoy ve Tavan Tolgoy bölgelerinde bulunan yeni bakır, altın, uranyum, kömür ve florit rezervlerinin etkisiyle ülkedeki sanayi yatırımlarında belirgin bir artış gözlemlenmektedir. 2020 yılına gelindiğinde sadece Oyu Tolgoy bölgesindeki madenlerden elde edilecek gelirin milli gelirin yaklaşık %30’unu oluşturacağı tahmin edilmektedir.

Şekil 2: Moğolistan’daki Yabancı Yatırımlar (2011-2012)

Kaynak: Foreign Investment And Foreign Trade Agency

Moğol ekonomisinde sektörel dağılıma bakıldığında hizmet sektörünün %51,6 düzeyinde ve ilk sırada yer aldığı, sanayi sektörünün %32.6’lık oranla ikinci sırada yer aldığını ve tarımın %15.8’lik oranla üçüncü sırada yer aldığı görülmektedir. İstihdamın sektörel dağılımına bakıldığında Moğolistan’da hizmet sektörünün %55 düzeyinde ve en büyük paya sahip olduğu, tarımın %33.5’lik bir düzeyle ikinci ve sanayinin %11.5’lik bir oranla üçüncü sırada yer aldığı gözlenmektedir. Ülkede 2011-2012 dönemindeki veriler esas alındığında işsizlik oranının %9 civarında seyrettiği, 2008’de küresel finansal krizin etkisiyle %30’a kadar çıkan enflasyonun ise mevcut verilere göre %15 düzeyinde olduğu müşahede edilmektedir.(2)

Moğolistan’ın dış ticaretine bakıldığında ithalatın ihracattan yüksek seyrettiği ve dış ticarette Çin ve Rusya’ya bağımlılık göze çarpmaktadır. Çin, Moğolistan’ın en büyük ticari ortağı konumundadır. Moğolistan’da toplam ihracatın %92’si Çin’e yapılmaktadır. Toplam ithalatın %40’ını ise Çin ürünleri oluşturmaktadır. Moğolistan’ın toplam ithalatında Çin’in ardından en büyük payı Rusya almış durumdadır. Enerji üretimi çok düşük olan Moğolistan, petrolün %90’ından fazlasını Rusya’dan ithal etmektedir. Moğolistan’ın bu nedenle petrolde Rusya’ya tamamen bağımlı olduğu ifade edilebilir.(3) Moğolistan’a Çin ve Rusya’nın ardından en çok ithalatı ABD ve Japonya’nın gerçekleştirdiği görülmektedir.

Şekil 3: Moğolistan’ın İhracat ve İthalatı (2011-2012)

Kaynak: AB Ticaret İstatistikleri

Moğolistan-Çin İlişkileri

Tarihi süreçte Doğu Asya toprakları Çin ve Moğol hanedanlıklarının mücadelelerine sahne olmuş ve bu iki topluluk farklı dönemlerde birbirine hâkim olmaya çalışmıştır. 1912 yılında Mançu Hanedanı’nın yıkılmasıyla birlikte yeni kurulan Çin devleti, Moğolistan’ı da sınırlarının içerisine almak istemiş ve bağımsızlık hareketinin filizlendiği Moğol topraklarını baskı altında tutmuştur. 1920’li yıllara kadar süren mücadeleler sırasında Rusya’daki sosyalist rejimden etkilenen Moğol liderler, Bolşeviklerin desteğiyle Çinlilere karşı bağımsızlığını kazanmıştır. Çin, Moğolistan’ın bağımsızlığını ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir süper güç olarak ortaya çıkan SSCB’nin baskısı ile 1946’da tanımıştır.(4) Çinli yetkililerin ifadeleri ve açıklamaları ise Pekin’in Soğuk Savaş döneminin sonlarına kadar Moğolistan’ın bağımsızlığını kabullenemediğini göstermektedir.

Moğolistan ve Çin arasındaki 4,700 km’lik sınır, iki ülke arasında karşılıklı bağımlılığa yol açmakta, ikili ilişkilere stratejik önem kazandırmaktadır. Çin toprakları Moğolistan’ı güneybatısından doğusuna kadar çevrelemektedir. Moğolistan topraklarındaki seyrek nüfusa karşılık, Moğol sınır boyunca uzanan İç Moğolistan bölgesinde Çinli nüfus oldukça yoğundur. Moğolistan kuzey ve güneydoğu Asya ülkeleriyle ticari ilişkilerini geliştirmeyi amaçlamakta, bu ülkelere ulaşabilmek için Çin’in hava ve kara sahasına ihtiyaç duymaktadır. Çin’in gerek Rusya gerekse Kazakistan’la sınırı bulunduğu için Moğolistan’ın coğrafi konumu Pekin nezdinde aynı düzeyde hayati değildir. Ancak Çin ana karasının merkezine yakın olan Moğolistan’daki gelişmeler Çin’i etkileyebilecek sonuçlar doğurabileceğinden Pekin yönetimini yakından ilgilendirmektedir.

Ulanbator, yakın geçmişin etkisi ve Çin’in mevcut ekonomik ve askeri gücü ve ülkedeki nüfuzundan dolayı Çin’den tehdit algılamaktadır. Çin’le ilişkiler söz konusu olduğunda bağımsızlık, Moğol karar mercileri için oldukça hassas bir konudur. İki ülke arasındaki güç asimetrisi ve Soğuk Savaş sonrası dönemde Moğolistan’ın Çin’e artan bağımlılığı Ulanbator’un bağımsızlık konusundaki kaygılarını canlı tutmaktadır. Moğolistan’ın Çin kaynaklı endişelerinde Pekin’in İç Moğolistan’daki Moğol azınlığa yönelik asimilasyon politikasının da etkisi olduğu değerlendirilmektedir. Çin’in nadir elementler açısından oldukça zengin olan İç Moğolistan bölgesindeki Moğol topluluğu, özellikle Kültür Devrimi sonrası dönemde asimilasyon politikalarına maruz kalmıştır. Pekin’in sistematik biçimde bu bölgeye milyonlarca Han Çinlisini yerleştirmesiyle Moğollar kendi bölgelerinde azınlık haline gelmiş durumdadır.

Moğolistan-Çin ilişkilerinde Ulanbator’un üçüncü komşuluk stratejisi doğrultusunda Batılı ülkelerle geliştirdiği ilişkilerin niteliği önem arz etmektedir. Moğolistan’da güçlü bir ABD varlığı Çin’de çevrelenme psikolojisini tetikleyebilir. Çin’deki bu psikolojik dinamiği iyi analiz eden Moğol yöneticileri, Ulanbator’un tarafsızlık politikasını her defasında vurgulayarak Pekin’in tehdit algısını teskin etmeye çalışmaktadır. Çin’in Moğolistan üzerindeki çıkarları, Ulanbator’un tarafsızlığı üzerine kuruludur. Moğolistan’ın tarafsızlık politikasını Pekin lehine bozması bile, ABD ve Rusya’nın Çin üzerinde baskı kurması ve Pekin’den tehdit algılaması sonucunu doğurabilir. Pekin, böyle bir senaryonun Çin’in menfaatlerine de zarar verebilecek sonuçlar doğurabileceğini değerlendirmektedir. Tayvan meselesinde, Japonya ve Hindistan’la ilişkilerinde karşısında ABD’yi bulan Pekin, Moğolistan’da da Washington’la karşı karşıya gelmek istememektedir.(5)

Çin Halk Cumhuriyeti, hâlihazırda Moğolistan’ın en büyük ticari ortağı konumundadır. Çin aynı zamanda Moğolistan’daki en büyük yabancı yatırımcıdır. Çinli girişimcilerin yatırımları Moğolistan’daki yabancı yatırımların yaklaşık %50’sini oluşturmaktadır. Çin, Ulanbator’un serbest piyasa ekonomisine geçiş döneminde gerçekleştirdiği özelleştirme projelerini fırsata dönüştürmüş, Moğolistan’da çok sayıda yatırım başlatmıştır.(6) Daha çok maden kaynaklarına odaklanan Çin, Moğolistan’da yaklaşık 2,5 milyar dolar büyüklüğünde yatırıma sahiptir. Moğolistan’daki Gobi bölgesinin güneyinde bulunan 6 milyar metrik tonluk kömür rezervlerini işletmek isteyen Çin, bu doğrultuda büyük çaba sarf etmektedir. Gobi bölgesindeki rezervlerden çıkarılacak kömürün tüm Çin’in enerji ihtiyacını 3 yıl boyunca karşılayabilecek büyüklükte olduğu tahmin edilmektedir.

Çin’in Moğolistan üzerindeki ekonomik nüfuzu ve maden kaynakları üzerindeki etkinliği Moğol toplumunda tedirginliğe yol açmakta, Moğol karar mercilerini Çin’i dizginlemeye yönelik tedbirlere sevk etmektedir. Nitekim ülke ekonomisinin madenciliğe dayalı gelişmesi ve Çin’in bu sektördeki etkinliği son yıllarda Moğolistan’da bir kaynak milliyetçiliğinin yükselmesine neden olmuştur.(7) Moğol halkı maden kaynaklarının çıkarılması ve işletilmesini milli egemenlikle ilişkilendirmeye, bu sektördeki özelleştirme projelerine kuşku ile bakmaya başlamıştır. Moğol kamuoyunda yükselen kaynak milliyetçiliğinin meydana getirdiği atmosferde Moğol devleti özelleştirmelerde yerli yatırımcıya ayrıcalık tanıyan bir kanun çıkarmıştır. Bu kanunla özelleştirmelerde yabancı yatırımcılardan gelen tekliflerle Moğolistan merkezli yatırımcıların teklifleri farklı değerlendirilerek stratejik kaynakların dış yatırımcılardan korunması amaçlanmıştır. Söz konusu kanunla Moğolistan’ın Çin’in ilgi duyduğu Gobi bölgesini koruma altına almayı amaçladığı değerlendirilmektedir.

Tibet’in ruhani lideri Dalay Lama’nın 2002’de Moğolistan’ı ziyaret etmesi ile Ulanbator-Pekin arasında diplomatik bir kriz ortaya çıkmıştır. Bu diplomatik kriz, Çin’e ekonomik bağımlılığın muhtemel sonuçlarını göstermesi açısından önem arz etmektedir. Çin’in, Dalay Lama’nın ziyaretinin ardından ikili ticarette önemli bir vasıta olan demiryollarını 36 saatliğine kapatması Moğol ekonomisini sarsmıştır. Moğol yetkililer, bu girişimi sadece Moğol ekonomisine değil, egemenliğine de getirilmiş bir tehdit olarak algılamış, Çin’e bağımlılığın yönetilebilir bir düzeye çekilmesinin gerekliliğini idrak etmiştir. 2002’deki kriz sonrasında Çin’e olan bağımlılığın azaltılması böylece Moğol karar mercilerinin masasında duran en önemli konu haline gelmiştir. Son yıllarda Çin’den Moğolistan’a çalışmak amacıyla gelen işçilerin sayısının da 20 binlere ulaşması Moğol yetkililerin bu kaygısını canlı tutmaktadır. Ulanbator, Moğolistan’da artan Çinli işçi sayısına hem istihdam açısından hem de demografik açıdan tehdit nazarıyla bakmaktadır.

Moğolistan’ın 1990’lardaki dış politika kavramı ve güvenlik stratejisi, Rusya’ya olan bağımlılığı kırmak ve aktör çeşitliliğine gitmek üzere kuruluyken günümüzde kavram, Çin temelli yürütülmekte ve Ulusal Güvenlik Stratejisi bu kapsamda ele alınmaktadır. 2010 yılından beri uygulanan yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne göre hiçbir ülke Moğolistan’a gelen yabancı yatırımların 1/3’ünden fazlasına sahip olamayacaktır. Bu stratejinin Moğolistan’daki yabancı yatırımların %50’sini elinde bulunduran Çin’e yönelik geliştirildiği değerlendirilmektedir.

Moğolistan-Rusya İlişkileri

Moğolistan, Çin’e karşı verdiği bağımsızlık mücadelesinde Bolşeviklerin sağladığı destekle muvaffak olmuştur. Sovyet Rusya’nın nüfuzu altında Çin’den bağımsızlığını kesinleştiren Moğolistan, İkinci Dünya Savaşı döneminde de SSCB’nin himayesine sığınarak Japon tehdidinden kurtulmuştur. Çin’e bağımsızlığını kabul ettirirken Sovyet sistemine bağımlı hale gelen Moğolistan, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve SSCB’nin dağılmasıyla serbest piyasa ekonomisine geçmeye ve çok yönlü bir dış politika geliştirmeye başlamıştır. Moğolistan-Rusya ilişkileri SSCB’nin dağıldığı dönemde durmuş olsa da müteakip dönemde yeniden canlanmıştır. Moskova, Ulanbator’un hala en yakın ve güvenilir dostu konumundadır. Moğolistan, Rusya’nın Çin ile gerçekleştirdiği ticarette koridor vazifesi görmektedir. İkili ticarette savunma sanayi ve enerji ön plandadır.

1990’ların başında Moğolistan-Rusya ilişkilerinde Moğolistan’ın SSCB’ye olan yaklaşık 17 milyar dolarlık borcu sebebiyle sorun yaşanmıştır. Ulanbator’un borçta indirime gidilmesini ve uzun vadeli bir taksitlendirme talep etmesi Rus yetkililer tarafından kabul edilmemiş, bu uyuşmazlık ikili ilişkilere olumsuz biçimde yansımıştır. Ancak Rusya’da Vladimir Putin’in iktidara gelmesiyle Moğolistan’ın borcu 11 milyar dolara indirilmiş ve vade uzatılmıştır. Putin dönemi ile birlikte canlanan ikili ilişkilerle eski müttefiklerin birbirine yaklaştığı, Moğolistan’ın Çin nüfuzunda ziyade Rusya ile ilişkilere daha olumlu baktığı gözlemlenmiştir. Moskova ABD’nin Avrupa-Atlantik güvenlik sistemini doğuya doğru genişletme girişimi çerçevesinde Moğolistan üzerinde de etki sahibi olmasını istememektedir. Ulanbator ise tamamen Çin’in nüfuzu altına girmeyi istememekte, dünya pazarlarına daha çok Rusya toprakları üzerinden açılmaya çalışmaktadır.

Putin dönemiyle birlikte Moğolistan-Rusya arasında askeri işbirliğinin geliştiği görülmektedir. İki ülke, Rusya’nın Buryatya bölgesinde her yıl “Selenga” adı altında ortak askeri tatbikatlar gerçekleştirmektedir. Moğol Savunma Bakanı Daşdemberel Bat-Erdene’nin Şubat 2013’te yaptığı Rusya ziyaretinde, iki ülke arasında yeni ortak askeri tatbikatlar planlanmıştır. Moğol Silahlı Kuvvetleri’nin envanterindeki uçak ve tank gibi platformlar, silah sistemleri ve askeri teçhizat büyük ölçüde Rus menşelidir. 2008’de imzalanan bir anlaşma ile Moğolistan askeri teçhizatının bakım ve onarımının 26 milyon dolar karşılığında Rusya tarafından yapılması kararlaştırılmıştır. Moğol askeri öğrenciler Rus harp akademilerinde eğitim görmektedir. Hâlihazırda 400’den fazla Moğol askeri öğrencisi, Yekaterinburg’daki Suvorov Harp Akademisi’nde modern harp eğitimi almaktadır.

Moğolistan-Rusya arasındaki ticari ilişkiler iki ülke için de önem arz etmektedir. Moğolistan’ın toplam ithalatının %32’sini Rus ürünleri oluşturmaktadır. Moğolistan, akaryakıt ihtiyacının %90’ını Rus Rostneft Şirketi’nden tedarik etmektedir. Rusya, Moğolistan’daki maden yataklarıyla, özellikle uranyum kaynaklarıyla ilgilenmektedir. Moğolların en büyük bakır üretim bölgesi Erdenet’in %49’u Ruslar tarafından işletilmektedir. Rus yatırımları Moğolistan genelindeki toplam yabancı yatırımların %2’sini oluşturmaktadır. Moğolistan ve Rusya’yı birbirine bağlayan demiryolları, iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin güçlenmesine imkân tanırken, Rusya’nın Çin pazarına, Moğolistan’ın ise dünya pazarlarına ulaşmasına hizmet etmektedir. Ülkedeki mevcut demiryolları vasıtasıyla Rusya’dan Çin’e yılda yaklaşık 10 milyon ton yük taşınmaktadır. Ulanbator ise 2005 yılında Moskova’yı stratejik ortak ilan ederek Rusya üzerinden Moğolistan’ı dünya piyasalarına açacak 7 milyar dolarlık demiryolu hamlesini başlatmıştır.(8)

Moğolistan’ın Üçüncü Komşuluk Stratejisi

Moğol karar mercileri, Soğuk Savaş sonrası dönemde tarihi tecrübelerini ve jeopolitik gerçeklikleri göz önünde bulundurarak milli bağımsızlığın ancak Çin ve Rusya’ya olan bağımlılığı yönetilebilir bir düzeyde tutarak ve bu iki ülke dışındaki ülkelerle irtibata geçerek teminat altına alınabileceğini değerlendirmiştir. Moğol yetkililer, Çin ve Rusya dışındaki ülkelerle bu iki ülkeyi tahrik etmeyecek seviyede ve muhtevada ilişkiler tesis etmeye yönelmiş, bu yaklaşımı üçüncü komşuluk stratejisi ifadesi ile kavramsallaştırmıştır.(9) Üçüncü komşudan kasıt tek bir ülke değildir. Üçüncü komşu Çin ve Rusya dışındaki bütün ülkeleri kapsamaktadır. Moğolistan, bu strateji doğrultusunda başta ABD olmak üzere Kanada, Japonya, AB, Güney Kore ve Avustralya gibi ülkelerle, NATO ve AB gibi uluslararası teşkilatlarla ticari-diplomatik-askeri ilişkiler geliştirmeye özen göstermektedir. Japonya, Kanada, ABD ve Güney Kore aynı zamanda Moğolistan’ın sosyalist rejimden çıkma sürecinde bu ülkeye destek sağlayan ülkelerdir.

Moğolistan’ın ilişki tesis ettiği üçüncü komşular arasında ABD’nin öne çıktığı gözlemlenmektedir. Moğolistan bölgedeki rekabete güvenlik ortağı olarak gördüğü ABD’yi dâhil etmeye çalışmaktadır. İki ülke arasında 1994’te başlatılan küçük çaplı askeri tatbikatlar, günümüzde “Khan Quest” adıyla uluslararası bir boyut kazanmıştır. Tatbikata Rusya ve Çin gözlemci statüsünde katılmaktadır. ABD, eğitim desteği çerçevesinde Moğol askerlerine modern harp eğitimi de sağlamaktadır. Tüm eğitim ve tatbikatlarda Sovyetlerden kalan silah sistemlerini ve askeri teçhizatı kullanan Moğolistan, ABD’nin savunma sanayi teknolojisinden uzun dönemde faydalanmayı ve ABD menşeli silahlar kullanmayı planlamaktadır. Ancak Moğolistan’ın yaptığı tüm tatbikatların Çin ve Rusya’nın rızasına bağlı olduğu belirtilmelidir. İki ülkeden herhangi birisinin hava sahasını, demir yollarını veya limanlarını açmaması durumunda üçüncü ülkelerle ne tatbikatların ne de ticaretin gerçekleşmesi mümkündür. Coğrafi konumundan kaynaklanan sınırların farkında olan Moğolistan’ın bu nedenle üçüncü ülkelerle geliştirdiği ortaklıklarda iki güçlü komşusunun tepkisini çekmemeye ihtimam gösterdiği değerlendirilmektedir.

Rusya ve Çin, ABD’nin Moğolistan’a olan ilgisinden, bu ülkedeki yatırımlarından ve ortaklaşa gerçekleştirilen askeri tatbikatlardan rahatsızlık duymaktadır. Nitekim Moğolistan, her ne kadar tarafsızlık politikasına ters düşse de, ABD’nin Irak işgali sürecinde 1000 kişilik bir askeri grup göndermiş ve ABD’nin yanında olduğunu göstermiştir. Ayrıca 2003 yılından bu yana Moğol kuvvetleri Afganistan’da varlığını devam ettirmektedir. Bu askeri katkılar karşılığında Washington, Moğolistan’a askeri yardım sözü vermiş ve hibeler göndermiştir. Nitekim Moğolistan, ABD’nin Doğu Asya-Pasifik Bölgesi’ne yönelik geliştirdiği stratejide önemli bir konuma sahiptir.(10) Bu önem Çin’in küresel düzeydeki etkisinin belirginleşmesiyle birlikte artmaktadır. ABD’nin Moğolistan medyasında da etkili olmaya başladığı görülmektedir. Moğolistan’da daha çok büyük şehirlerde yayın yapan ABD destekli Eagle TV, Amerika ve Hristiyanlık propagandası yapmaktadır. Bunun yanı sıra ABD hükümeti tarafından desteklenen Gobi Bussiness News, Moğolistan’da ücretsiz dağıtılmaktadır.(11)

Moğolistan’ın Kuzey Amerika’da Kanada ile güçlü ticari ilişkiler geliştirmiştir. Moğolistan’ın piyasa ekonomisine geçişiyle birlikte Ulanbator’la ilişkilerini geliştirerek sürdüren Kanada, Moğolistan’da ikinci büyük yabancı yatırımcı konumundadır. Kanadalı girişimcilerin Moğolistan’da yaklaşık 500 milyon dolarlık yatırımı bulunmaktadır. Özellikle Moğolistan’daki maden kaynaklarına ilgi duyan Kanadalı şirketler, kuzeydoğu Moğolistan’daki (Oyu Tolgoy) 2.500 hektarlık uranyum alanını işletmektedir.

Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (Kuzey Kore) ile Soğuk Savaş yıllarında iyi ilişkiler geliştiren Moğolistan’ın liberal ekonomiye geçmesi, Kuzey Kore ile ilişkilerine zarar verse de, ikili ilişkiler sürdürülmüştür. Açık piyasa sistemini benimsemesinin ardından Güney Kore ile ilişkilerini de yoğun olarak geliştiren ve böylece iki Kore ile de yakın ilişkilere sahip olan Moğolistan, bu iki devlet arasındaki barış görüşmelerinde arabulucu görevini üstlenmeye hazır olduğunu beyan etmektedir. Moğollar ile Kore yarımadasındaki toplum arasında kültürel yakınlık da bulunmaktadır. Kore toplumu soylarının Moğolistan’dan geldiğine inanmaktadır.

Moğolistan-Hindistan ikili ilişkileri gelişme kaydetmektedir. İkili ilişkiler ticari ilişkiler yanında savunma işbirliğini ihtiva etmeye ve stratejik bir boyut kazanmaya başlamıştır. Ulanbator, Hindistan’ın 2011-2012 dönemi için BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine destek vermiştir. Moğolistan ve Hindistan münavebeli olarak iki ülkede ortak askeri tatbikatlar gerçekleştirmektedir. Hindistan ABD-Moğolistan arasında düzenli olarak icra edilen “Khan Quest” tatbikatlarının 2006’daki bölümüne dâhil edilmiştir. Çin’in iki ülke arasında gerçekleştirilen tatbikatlardan rahatsız olduğu belirtilmektedir. İkili askeri ilişkilerin kapsamının genişletilmesi durumunda Çin’de ABD öncülüğündeki devletler grubu tarafından çevrelendiği yönünde bir algı ortaya çıkabilir.

Moğol yönetimi nükleer silahlanmaya karşı yürütülen kampanyaların açık destekçisi konumundadır. Moğolistan, 1992’de kendisini Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bölge olarak tanımlamıştır. Her iki sınırında da nükleere sahip süper güçler bulunurken Moğolistan’ın gerçekleştirdiği bu hamle güven verici niteliktedir. Böylece Moğolistan, hem bu iki gücün hem de Batı’nın desteğini almıştır.

Ulanbator yönetimi uluslararası teşkilatlarla ilişkilerini geliştirmek maksadıyla pek çok örgüte başvuruda bulunmuştur. Dünyanın en büyük açık piyasası olan Güneydoğu Asya Uluslar Birliği’ne (ASEAN+6) üye olmayı, zengin Güneydoğu Asya devletleri ile ilişkilerini geliştirmek adına önemli gören Moğolistan, bu doğrultuda adımlar atmakta ve Güney Asya ülkeleriyle ilişkilerini her alanda geliştirmeye çalışmaktadır. Diğer yandan Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği’ne (APEC) de katılım için başvuran Moğol yönetimi potansiyel aday konumunu devam ettirmektedir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin diyalog içerisinde olduğu Şangay İşbirliği Örgütü’nü (ŞİÖ) yakından takip eden Ulanbator, bu örgütün içerisinde gözlemci statüsündedir. Moğolistan’ın, “terör, aşırılıkçılık, ayrılıkçılık” karşıtı işbirliği amaçlı kurulan ŞİÖ’de bulunması, Rusya ve Çin için olası bir Pan-Moğolizm ayaklanmalarının Ulanbator tarafından teşvik edilmemesi adına önemlidir. Pasifik Ekonomik İşbirliği Konseyi, Asya’da İşbirliği ve Güven Arttırıcı Önlemler Konferansı (AİGK), Asya Birliği, Doğu Asya Birliği gibi bölgesel örgütlerde de aktif rol üstlenen Moğolistan, milli menfaatlerini bölgedeki barış ve istikrarın devamında görmektedir.

Soğuk Savaş sonrası dönemde Ulanbator’un üçüncü komşuluk stratejisiyle dünyaya açılma sürecinde uluslararası ölçekte faal pek çok sivil toplum kuruluşu Moğolistan’da varlık göstermeye başlamıştır. Bu kuruluşlar arasında Asia Foundation, World Vision Mongolia, Soros Foundation, Save the Children, Amnesty International Mongolia, Good Neighbour Society Mongolia ve Catholic Church Mission yer almaktadır. Bu sivil toplum kuruluşları ekonomik kalkınma, eğitim, sağlık, tarım, çocuk suiistimallerine ve doğal afetlere karşı önlem gibi alanlarda faaliyette bulunmaktadır. Sosyalist rejimden sonra pek çok alanda yeniliğe giden Moğolistan’a özellikle eğitim konusunda sivil toplum aracılığıyla büyük yardımlar sağlanmıştır.(12) Ancak Moğol toplumu genelde Batı menşeli sivil toplum müesseselerinin ülkede misyonerlik yaptığını, gençler üzerinde etki kurmaya çalıştığını düşünmekte ve özellikle dini eğilimi bulunan kuruluşlara şüphe ile yaklaşmaktadır.(13)

Sonuç

Çin ve Rusya’ya bağımlılığa mecbur bırakan coğrafyası Moğolistan’ı bu iki ülke dışındaki üçüncü ülkelerle işbirliğini öngören bir dış politika stratejisi tasarlamaya sevk etmiştir. Moğolistan, Soğuk Savaş sonrası dönemde geliştirdiği ve uygulamaya başladığı üçüncü komşuluk stratejisiyle Çin ve Rusya dışındaki üçüncü ülkelerle güçlü ilişkiler tesis etmeye ve özellikle Çin’in ülkedeki nüfuzunu yönetilebilir bir düzeye çekmeye çalışmaktadır. Moğolistan’ın üçüncü komşuluk stratejisi doğrultusunda ABD başta olmak üzere Kanada, Güney Kore, Hindistan, Avustralya, Almanya ve Hollanda ile işbirliğine girdiği, bu ülkeleri yatırıma teşvik ettiği gözlemlenmektedir. Moğolistan, maden kaynaklarına dayalı gelişen ekonomisine Çin ve Rusya dışındaki yatırımcıların katkı sağlamasını ve Moğol ekonomisinin üçüncü komşularla entegrasyonunu amaçlamaktadır. Moğol karar mercileri böylece Moğolistan’ın gelecekte tamamen Çin’in nüfuzu altına girmesini önlemeyi, Çin’e bağımlılığı azaltmayı ve iki küresel güç arasında bağımsızlığını muhafaza etmeyi hedeflemektedir.

Uzanlar Ürdün’de imparatorluk kurdu

uzanlar_urdunde_imparatorluk_kurdu13666066650_h1016998.jpg

Uzan Ailesi Ürdün’de dev şirketler kurarak adeta imparatorluklarını ilan etti.

TMSF’nin, İmarbank operasyonun ardından yurt dışına yerleşen Uzan Ailesi’nin, resmi olarak teyit edilmese de Ürdün de oldukları biliniyordu. Libananco davası kapsamında, Uzan Ailesi’nin bu ülkedeki mal varlıkları da araştırıldı.

Yapılan araştırma sonucunda, Uzanlar’ın ’emanetçi’ sistemi ile Ürdün’de büyük bir imparatorluk kurduğu saptandı. Yapılan araştırmalara göre, Uzan Ailesi’nin Ürdün’de, GSM operatörlüğü, çimento, inşaat, medya alanında dev şirketleri bulunuyor.

Temyizde sona gelindi

Öte yandan, merkezi Güney Kıbrıs’ta bulunan ve Türkiye aleyhine 10.1 milyar dolarlık tahkim davası açan Libananco şirketinin, temyiz başvurusunda sona gelindi. Ocak ayı içinde ABD’de yapılan sözlü savunmaların ardından, taraflar yazılı olarak mahkemeye ek savunma yaptı. Tahkim heyeti ise temyiz başvurusunu değerlendirmeye başladı. Kararın önümüzdeki günlerde açıklanması bekleniyor.

Kaçak elektrikte ağır fatura

kacakelektrikteagirfatu.jpg

Yıl yıl elektrikte kayıp-kaçak oranlarına ilişkin hesaplamalar..

Son 5 yılda elektrikte oluşan kayıp-kaçak bedeli 16 milyar TL’yi aştı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, MHP Ankara Milletvekili Özcan Yeniçeri’nin yazılı soru önergesine verdiği yanıtta, elektrikte kayıp-kaçak oranlarına ilişkin hesaplamaların bölge bazında yapıldığını ve gerçekleşme verilerinin de yine bölge bazında takip edildiğini belirtti.

KAÇAK BEDELİ 16 MİLYAR 306 MİLYON

Yıldız’ın verdiği bilgiye göre, Türkiye genelinde 2008’de 3 milyar 147 milyon 809 bin TL; 2009’da 3 milyar 159 milyon 411 bin TL; 2010’da 2 milyar 782 milyon 550 bin TL; 2011’de 3 milyar 624 milyon 944 bin TL, 2012 yılında ise 3 milyar 591 milyon 338 bin TL kayıp-kaçak bedeli oluştu. Böylece son 5 yılda oluşan kayıp-kaçak bedeli 16 milyar 306 milyon TL civarında oldu. Kayıp-kaçak oranları ortalaması 2007 yılında yüzde 15; 2008’de yüzde 14,7; 2009’da yüzde 15,3; 2010’da yüzde 14,7; 2011 ve 2012’de yüzde 14,6 olarak gerçekleşti.

EN BÜYÜK KAÇAK NEREDE?

En çok kayıp-kaçak oranı Dicle Elektriğin dağıtım yaptığı bölgede oluştu. Bu bölgede 2007 ve 2012 yılları arasında kayıp-kaçak oranı yüzde 64 ile 73 arasında değişti. Vangölü elektrik dağıtım bölgesinde ise kayıp-kaçak oranı yüzde 52 ile yüzde 57 arasında oldu.

kacak4681.jpg

Türkiyenin IMFye Borcu Bu Tarihte Bitiyor

imfborcununbitecegitari.jpg

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Türkiye’nin IMF’ye borcunun biteceği tarihi açıkladı. İşte IMF’ye olan borcun kapanacağı tarih.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Türkiye’nin IMF’ye borcunun 14 Mayıs 2013 tarihinde biteceğini söyledi.

Muğla’nın Marmaris ilçesinde düzenlenen "Çözüm Süreci" konulu toplantıya katılan Ergin, AK Parti’nin 2002 yılından bu yana olan iktidarındaki gelişmeleri değerlendirdi.

Bir otelde yapılan, sivil toplum kuruluşları temsilcileri, kanaat önderleri ve muhtarların katıldığı toplantıda konuşan Bakan Ergin, "2002’de Türkiye’yi devraldığımızda IMF ‘ye bu ülkenin 23,5 milyar dolar borcu vardı. Bugün 1 milyar dolar bile yok, 400 milyon dolar. Üç hafta sonra onu da kapatıyoruz. Vadesi, 14 Mayıs 2013 günü. Türkiye borçsuz bir ülke oluyor IMF’ye fakat bu da yetmez. IMF biraz sıkıntıda, 5 milyar dolar kredi açıyoruz." dedi. Ergin’in, "IMF’ye kredi açalım mı?"sorusuna, katılımcılar alkışlayarak cevap verdi.

Adalet Bakanı Ergin, çözüm sürecini değerlendirdiği bölümde ise bunun insana saygının gereği olduğunu şu sözlerle ifade etti: "Dilimiz, barışın sesidir. Lisanımız da hoşgörüyle yoğrulmuştur. Köklerden göklere yürüyen medeniyet ağacımızın kökü sevgi ise meyvesi hoşgörüdür. Fikirlerimizi ve ruhlarımızı bir yıldır bu muhteşem meyveyle doyurduk. Millet olmanın anlamını, kollarıyla herkesi kuşatan, gölgesinde herkesi kuşatan bu görkemli ağacın varlığında bulduk. Öyleyse bu dünyadaki en aziz varlığı, eşref-i mahlûkat olan insanı yaşatmalıyız. Öznesi insan olan medeniyet fikrimizi ayakta tutmalıyız. İnsana basarak yükselen bir devlet tasavvuru değil, insanı yücelten, insani değerlerle yükselen bir devlet şuurunu uyandırmalıyız. Bizim medeniyetimiz, ‘İnsan insanın kurdudur’ paradigmasını yıkmış, yerine, ‘İnsan insanın uzvudur’ düsturunu koymuştur.

Atatürk, ‘Egemenlik, korkular üzerine kurulmamalıdır.’ diyor. Aynı lisanla şunu ifade ediyorum, artık korkuların değil şarkıları, özgürlüğün ve kardeşliğin şarkısını seslendirmenin zamanı. Çatışmanın ve ayrışmanın değil, muhabbetle kucaklaşmanın, itilafta derinleşmenin değil, milletle ittifakımızı derinleştirmenin fırsatı önümüzde duruyor. Bunu iyi değerlendirelim. Milletimiz son 30 yılın hatalarına, acı ve günahlarına, bin yıllık kardeşliğini elbette feda etmez, inşallah etmeyecektir. İnsanın kanı üzerine, şiddet üzerine, acı ve gözyaşı üstüne kurulu her türlü gelecek tasarımını reddedecek, hata ve günahlardan arınarak, kardeşlik ruhuna uygun bir geleceğin inşasına yönelecektir."

EKONOMİ BAKANI Mehmet Şimşek : Dünyadan alacağımız var

mehmetsimsekdunyadanala.jpg

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, hükümet icraatları konulu sunumunda devletin dış borcunu anlattı.

MEHMET ŞİMŞEK: DİKTATÖRLÜK İSTİKRAR DEĞİL

Şimşek, bir otelde düzenlenen AK Parti Siyasi ve Hukuki İşler Başkanlığı 7. Bölge Toplantısı’nda yaptığı "Hükümet icraatları" konulu sunumunda, Türkiye’de 1990’lı yıllarda, siyasi istikrarsızlık, düşük büyüme ve işsizlik yaşandığını söyledi.

O yıllardan bugüne önemli değişimler yaşandığını ifade eden Şimşek, "Peki ne değişti? Aslında bu son 10 yıldaki değişimin ana motoru siyasi istikrardır. Çünkü siyasi istikrar tek başına yetmez. Bir sürü ülke var, diktatörlerle yönetiliyor ama orada ekonomik başarı elde edilemiyor" diye konuştu.

Şimşek, demokraside doğru politikaların da olması gerektiğini, sadece güçlü iktidarın yetmeyeceğini dile getirerek, aynı zamanda politika çerçevesinin de doğru ve sağlıklı olması, yapısal reformun olması gerektiğini, bunların da beraberinde siyasi istikrarı getireceğini kaydetti.Bakan Şimşek, bugün 2023 hedefleri ve 2071 vizyonu ve perspektifinden bahsediliyorsa bunu, siyasi istikrara borçlu olduklarını ifade etti.

"DÜNYADAN 44 MİLYAR LİRA ALACAKLIYIZ"

Şimşek, reel olarak Türkiye’nin iç borcunda "doğru-düzgün" bir artış olmadığını söyledi.

Devletin dış borcuna da değinen Şimşek, "Biz dünyadan 44 milyar lira alacaklıyız devlet olarak, yani Türkiye Cumhuriyeti hazinesi dünyadan alacaklı. Böyle bir dönem var mı? Yok. En son ne zaman böyle bir şey olmuş? Böyle bir şey olmamış ki. Türkiye’nin devletin net dış borcu eksi 44,44 milyar lira" şeklinde konuştu.

"AVRUPA’NIN YAPAMADIĞINI YAPTIK"

Bakan Şimşek, 2002 yılında Türkiye’nin milli gelirinde yüzde 11’lik genel devlet açığı olduğunu vurgulayarak, şöyle devam etti:

"Büyük bir açık. Aslında o bankaların bilançolarındaki açıkları dikkate alırsanız açık çok çok daha farklıydı 2000’li yılların başında. Kriz öncesi sıfırlara kadar indirdik, krizle birlikte bir fırlama var. Tekrar sıfırlara doğru indi, tekrar yüzde 1’lere doğru inmiş durumda ama Avrupa’nın sağlayamadığı Maastricht kriterlerini biz sağlamış durumdayız."

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.