Aylık arşivler: Nisan 2013

ATAKAN MERT : BAŞBAKANIMIZ, ÖCALAN’LA BİRLİKTE NOBEL BARIŞ ÖDÜLÜNE ADAY GÖSTERİLİYOR . İŞTE BELGELERİ.

Değerli Dostlar,

Değerli yurtsever dostum Sayın Hikmet Yavaş’tan gelen aşağıdaki yazıyı ve ekini muhakkak okumalısınız!

Hadi gözümüz aydın! Orhan Pamuk’tan sonra Nobel Ödüllü iki yeni yurttaşımız daha olacak.

BOP Eş Başkanının ‘’Açılım-Saçılım’’ Projesinin perde arkasında sahnelenen uluslar arası yeni hazırlıklar sizlere Türkiye’nin uçuruma ne kadar yaklaştığını belgelemiyor mu?

Tüm duyarlı yurtseverler zaten çok uzun zamandır içeride AKP-BDP-PKK ortaklığı ve dışarıda AB-ABD işbirliğiyle ‘’demokratikleştirme’’ adı altında yürütülmekte olan ‘’bölünme’’ projesini görüyor ve uyarılar yapmaya devam ediyor.

Ancak yurtsever sandığımız bazı yurttaşlarımızın hala ‘’uyur gezer’’ gibi davranmaya devam etmeleri beni hayrete düşürüyor.

Saygılarımla

Atakan Mert ( Milli Merkez Delegesi)
atakan.mert43
atakan.mert

BABAKANIMIZ, CALAN’LA BRLKTE NOBEL BARI DLNE ADAY GSTERLYOR. TE BEL GELER..pdf

Akilleri İstanbul’da Türk Milleti’nin tepkisinden polis kurtardı

8749936801_527794170600898_517173778_n.jpg

İSTANBUL PENDİK’TE AKİLLER HEPARLILAR VE YURTTAŞLARIN TEPKİSİNDEN KURTULMAK İÇİN ÇAREYİ ÇEVİK KUVVETİ SALONA ÇAĞIRMAKTA BULDULAR…Çoğunluğu HEPAR’lı olduğu öğrenilen gruba vatandaşlar da destek verince akillerin programı iptal edildi.

6848943337_10151543114569731_1262870211_n.jpg

4203945306_10151543114164731_1764237151_n.jpg

Prof. M. Kerem Doksat : OSMANLI CUMHURİYETİ

mmb7z.jpg

Kosova-Prizren göçmeni bir âilenin dördüncü ve son çocuğu olup 1959’da İstanbul’u teşrif eden, sonra da Güngören İzzet Ünver Lisesi ve Mimar Sinan Üniversitesi Sinema -Televizyon Bölümü mezunu olan Gani Müjde ile maalesef henüz tanışamadım. Seneler önce bir panelde karısıyla aynı masayı paylaşmıştık, saygılarımı yollamıştım. Çok zarif ve hoş bir hanımdı.

mmbbw.jpg

Osmanlı Cumhuriyeti filminde ABD’nin işgâli altındaki İstanbul’u ve muhayyel bir son padişahı trajikomik fakat çok çarpıcı bir şekilde anlatmıştı. Evde DVD’si var, bâzen hüzünlenmek ama ümidimi de kaybetmemek için seyrederim.

Türkiye’de Atatürkçü Düşünce Derneği başlığı altında işlev gösteren, Türk’ün Türk’e propagandasını yapmaktan başka bilebildiğim bu teşkilâtlardaki kanaat liderlerinin hemen hepsinin kerametleri kendilerinden menkûl diyebileceğim bir lisan anlayışları var ve onların istedikleri gibi yazıp çizmezseniz, sizi kolaylıkla “ötekileştiriyorlar”.

Geçenlerde bir ahbabımız özel bir konferansta tuttu şöyle bir lâf etti, sormayın gitsin. Regius Elyazması diye bilinen ve Eski İngilizce ile MS 1000 civarında yazılmış olan bir metni ve 1400’lerde kaleme alınmış bir başka yazıyı “Osmanlıca gibi bir şey” diye tavsif etti. Vallahi kanım dondu!

Yâhu, bugün, sıradan lise mezunu olan bir İngiliz, William Shakespeare’i (1564-1616) (1564-1616) okur ve bal gibi de anlar. Osmanlı dediğiniz medeniyet ve onun seçkinci lisânı hâlâ anlayanın bildiği, bilenin de anladığı, yaşayan bir lehçe gibidir.

Aynı özellikteki bir ABD vatandaşı ise imzasını zor atar ve dünyanın sâdece kendilerinin sandığı, kandırıldıkları kadar anlar.

Osmanlı dediğiniz şey biziz, Türklüğün imzasını attığı bir medeniyet.

Çok ciddi bir kabahatleri var: Özlerine yabancılaşıp, Türk’leri ve Türklüğü “etrâk-ı bî-idrak” ve “eşek” diyecek kadar aşağılamak. Türk’leri “Millet-i Mahkure” olarak telâkki ediyordu Osmanlı son zamanlarında iyice artarak ve halkına yabancılaşmıştı; kardeş katline kadar varan hatalar zinciri sergilediler. Meselâ Fâtih Sultan Mehmed aslında halk tarafından hiç sevilmemiştir.

“Etrâk-ı Bî-idrâk, Edrâk-ı nâpâk, Türk-i sütürk” yâni, “akılsız, kaba, pis, eşek Türk” gibi sözlerle aşağılamıştır Osmanlı kendi ceddini. Kızılbaş-Türk’lere de “râfizi, zındık, mülhid” gibi yaftalar takmıştır. Türkmen şeyhleri, dedeleri, babaları, abdallar ve ozanları Osmanlı’nın bu aşağılamalarına ve baskılarına karşı şiir ve tasavvufî güzelliklerle “Türklük Şuûrunu” halka anlatarak ezilmişliklerini unutturmaya çalışıyorlar veya millî bir direniş gösteriyorlardı.

Onlar için karabudun olan bu millet, sâdece hârplerde ölmek için (Marx’ın tâbiriyle) kullanılan bir meta, bir maldı.

TÜRKLÜĞÜN TÜRKİSTAN’DAN ANADOLU’YA LİSAN MÂCERASI

Türkler tarihin en eski zamanlarda bugünlere olan seyahatini tetkik edersek, karşımıza bir derya çıkar.

Bu makalede Türkistan deyince, hep bize coğrafî olarak Orta Asya denen bölgeyi kastedeceğim.

Lengüistik (Lisaniyat, Dilbilim) dilbilgisi, söz dizimi (sentaks) ve fonetik gibi çeşitli açılardan yapısal olarak inceleyen bilim dalıdır. Genel (veya teorik: Kuramsal) dilbilim lisanların yapılarını (dilbilgisi) ve anlamlarını (Semantik: Anlambilim) inceler. Dilbilgisinin incelenmesi, Biçimbilim (kelimelerin oluşumu ve değişimi: Morfoloji) ve söz dizimini (kelimelerin ifâde veya cümle oluşturmak için bir araya getirilmesi ile ilgili kurallar) kapsar. Lisanı sesler aracılığıyla ifâde etmek için kullanılan sistem olan Sesbilimi (Fonoloji) de bu alanın bir parçasıdır.

Lisaniyat, genel geçer lisan özelliklerini bulmak ve gelişimleri ile kökenlerini açıklamak için lisanları karşılaştırır (Mukayeseli Lisaniyat) ve lisanların tarihleri üzerinde araştırma yapar (Tarihî Lisaniyat). Fonoloji, Lisaniyatın bir dalı olarak, seslerin imâl edilişi, hareketi ve idrak edilişini inceler. Sosyal bir bilim olan Lisaniyat ile doğa bilimlerinden Fiziğin ilişkilendirilebileceği tek noktadır.

Cenevreli Lisaniyatçı ve Semiyotikçi (gösterge bilimci) Ferdinand de Saussure (1857-1913) “lisan” kavramına ilişkin köklü ve uzun süredir lisaniyatı etkileyen bir görüşe sâhipti. Bunun sebebi biçimsel yapı olarak dil – ki Saussure bunu Langue (yapı/sistem) olarak adlandırır – ve somut kullanılan dil arasında – bunu da Parole (söz) olarak adlandırır – yapmış olduğu ayrımdır. Langue, bir lisan topluluğuna âit konuşmacının kafasında mevcut olan teorik, anlaşmalı bir sistemdir. Parole (söz) ise özel zamanlarda konuşmacılar tarafından güncellenmiş lisandır. Bunun yanında lisanla ilgili öğeler her kullanım durumuna göre farklı bir anlam kazanabilir. Bu sebeple parole (söz) dilin muhtevası, Langue ise dilin biçimi olarak ayrılır.

200px-Ferdinand_de_Saussure.jpg

Ferdinand de Saussure (1857, Cenevre – Şubat 1913, Vufflens-le-Château), Cenevre doğumlu İsviçreli 20. Asır’da lisaniyatta kayda değer gelişiminin birçoğu için fikirleriyle temel hazırlamış kişidir. Genellikle 20. yüzyılın dilbiliminin ‘babası’ olarak düşünülmektedir ve lisanda “iki yönlülük” fikrini ortaya atan ilk kişi değildir. Daha önce Hermann Paul de aynı şekilde “Lisan Tarihi Prensipleri” kitabında bunu ifâde etmiştir; kitabında bir kelimenin “normâl anlamından”, yâni alışılagelmiş kendi anlamından bir de illî (nâdir) anlamından, yâni her bir lisânın ihtimâllerinden kaynaklanabilecek anlamlarından söz etmektedir.

Hem tarih lisaniyatçısı Paul hem de yapısalcı (Structuralism) Saussure illî (nâdir), başka bir deyişle durumsal olarak ortaya çıkan lisanın normâl anlamı, yâni Langue’a âit teorik lisan sistemini etkilediğini ve böylece değişikliklerin meydana gelebileceğini ve bunun da lisan değişimlerine açıklık getirdiğini tespit etmiştir.

Lisanla ilgili bu dilemmalı görüş, üretici lisaniyat modelinde ve özellikle de Noam Chomsky (1928) tarafından kurulan dönüşümsel dilbilgisinde ortaya koyulmuştur. Chomsky’nin modelinin farkı, Paul’unki gibi tek tek kelimeler veya Saussure’ünki gibi dilsel sistemi esas almamasındadır. Chomsky daha çok biyolojik nedenlerle ilgilenir ve Kompetenz (lisan yetisi) ve Performanz (dil edinimi) ayrımını ön plâna çıkarır.

Lisan yetisi (Kompetenz) özel bir lisan sistemine sâhip olabilmek için ana lisan edinimi süresince kazanılmış yeteneklerdir. Bu yeteneklerin edinimini biyolojik faktörler belirler. Küçük çocukların lisan gelişimi esnasında her bir lisana göre ayrılan temel, lisanî parametreler doğuştandır. Bir konuşmacının lisan yetisi, bir insanın lisan edinimi sonrasında sâhip olabileceği ideâl bir lisan sistemidir. Buna Lisan İktisap Aygıtı der ve çocukların hepsi de yanlış olan konuşmaları düzeltip konuşma yetisinden bahseder. Gerçekten de bir çocuğun en güzel ve doğru konuştuğu yaşlar 4 ilâ 6 arasıdır.

Oğuzhan Ünal (http://www.oguzhanhoca.com/dusunme-bicimleri.html) bu düşünme türlerini şöyle özetler:

Yansıtıcı Düşünme: Öğrenci aktif olarak katıldığı eğitim ortamından kendi deneyimleriyle bilgiler edinmeli, bu bilgileri paylaşmalı ve yeni etkileşimlerine aktarmalıdır. Öğrenilenleri bu düşünme becerisi ile yeni durumlarda kullanabilmesi sağlanır. Geçmiş yaşantılardan ders çıkarma söz konusudur.

Yaratıcı Düşünme: Bireyin yeni, farklı, orijinal, özgün (sentez düzeyi), ayrıştırıcı düşünme, alternatifli düşünme ve ürünler ortaya koymasıdır. Özneldir. Hazırlık, kuluçka, aydınlanma ve değerlendirme olmak üzere 4 aşamadan oluşur.

Eleştirel Düşünme: Eleştirel düşünce sorgulayan bir yaklaşımla olayları ve durumları ele alma irdeleyici bir bakış açısıyla yorum yapma ve karar verme becerilerini içerir. Gerçeği bize aktırıldığı şekliyle olduğu gibi değil, nesnel bir şekilde, akıl yürüterek algılama sürecidir.

Analitik Düşünme: Bir bütündeki her bir parçanın analiz edilerek bütünle/sistemle ilişkilerinin incelendiği düşünce becerisidir. Analitik düşünce, analiz becerisi ile ilişkilidir.

Metabilişsel düşünme: En kısa tanımıyla, kişinin kendi düşünme süreçlerinin farkında olması ve bu süreçleri kontrol edebilmesi anlamına gelir. Bireyin kendi bilişsel süreçlerinin nasıl işlediğini anlayarak bu süreçleri denetim altına alabileceği ve daha nitelikli bir öğrenme için bu süreçleri yeniden düzenleyerek daha etkili bir biçimde kullanabileceği sayıltısına dayanarak geliştirilmiştir.

Tümevarımsal Düşünme: Özelden genele ya da olaylardan yasalara geçiş şeklindeki, akıl yürütmedir. Özel gözlemlerden genel bir sonuca ulaşılmıştır. Somut işlemler döneminde kazanılmaya başlanır

Tümdengelimsel Düşünme: Genelden özele ya da yasalardan olaylara geçiş şeklindeki akıl yürütmedir. Kıyas, tümdengelimin en mükemmel şekli olarak kabul edilir. Bu nedenle, klasik mantık akıl yürütmede esas olarak kıyası almıştır. Soyut işlemler döneminde kazanılır

Analojik Düşünme: Bir olguyu bir olguya benzetmek aralarında çağrışım kurmak demektir. Bilinen bir kavramdan hareketle bilinmeyenin öğrenilmesi. Özelden Özele Akıl Yürütme.

Iraksak Düşünme: Ortak düşünceden hareketle farklı düşüncelere ulaşabilmeye dayalı bir düşünme becerisidir. Iraksak düşünenler tepkisel, engellenmemiş ve rahat olurlar. Problem çözmede ıraksak düşünce kullanılır.
Yakınsak Düşünme: farklı düşüncelerin dayandığı ortak düşünceleri bulmaya dayalı düşünme becerisidir. Yakınsak düşünenler ihtiyatlı ve duygusal açıdan tutuktur.

Lateral Düşünme: Kişilerin sorunlara farklı yönlerden bakabilmeyi ve geniş düşünebilmeyi öğrenmelerini sağlamayı amaçlayan düşünme biçimidir. Lateral düşünce, klâsik düşünce kalıplarının dışına çıkmaktır. Herkesin sâhip olduğu verileri farklı şekillerde işleyip ayrıcalıklı sonuçlar çıkarmaktır. Bu düşünme biçimine uygun kullanılabilecek teknikler altı ayakkabılı uygulama, altı şapkalı düşünme ve altı değer madalyası olarak sayılabilir.

Dönüşümsel Düşünme: Öğrenen bir olayı çözümlemede geçmiş olayları ve durumları zihinde kurgulayarak sonuçlar elde etmeyi başarabilir. Daha önce yaşanmış bir olayı kafasında canlandırıp anlatabilir. Somut işlemler döneminin bir özelliğidir. Dönüşümsel düşünme zamanla ilgili perspektifin kazanılmasıdır. Bu özelliği kazanan bireyler geçmiş bugün ve gelecek arasında bağlantı kurabilirler. Yani geriye ve ileriye doğru düşünebilirler.

Bütünleştirmeci (Kombinasyonel) Düşünme: Bir problemin alt problemlere ayrıldığı durumlarda birden fazla çözümün birleştirilerek çözümlenmesi işidir. Ergen, bir problemin çok sayıda alt problemi içerdiğini dolayısıyla çok sayıda çözüm yolunun birleştirilebileceğini kavrar. Soyut işlemler döneminde geliştirilir.

Hipotetik Düşünme: Günlük hayatta veya eğitim öğretimde karşılaşılan bir sorunu çözmek için olası çözüm yolları geliştirip bunları belirli bir düzene göre yapmayı sağlayan düşünme sürecidir. Eğer “…. ve …. olursa …. Olur” şeklinde genel bir cümle yapısıyla ifâde edilir. Hipotetik düşünmede sorunun görünen boyutlarının ötesine geçip çözüme ilişkin yollar belirlenmesi söz konusudur.

Global Düşünme: Temeli, öğrenmeyi kolaylaştırmak için harita çizmeye dayanmaktır. Öğrenmemiz gereken bilgilerin haritalaştırılması esastır. Zihin haritaları, kavram haritaları vs.

Refleksif Düşünme: Kendini gözlem ve analiz konusu olarak alan öznenin tutumudur. Refleksivite, kendi hakkında, kendi üzerine düşünen, kendisini bir obje gibi ele alıp bakabilen bir öznenin durumunu ifâde eder.

Omnipotent (Kaadir-i mutlak) Düşünme: Ergenlik dönemindeki bireyin, her işin üstesinden gelebilecek güçte olduğunu düşünmesi. Ergen, her şeyi halledebileceği kanısındadır. Ona göre hayat aslında büyüklerin anlattığı kadar zor değildir. “Bana bir şey olmaz” düşüncesi hâkimdir. Ergenler hayal âlemine dalıp gelecekte gerçekleştirebilecekleri şeyleri düşünürler. Düşünmekle de kalmayıp, bu hayâlleri gerçekleştirebilecek enerjiyle dolu olduklarına, hayatın aslında büyüklerin abarttığında daha kolay olduğuna inanırlar.

İkonik Düşünme: Çocuğun işlem öncesinde hayalindeki sembollerle düşünmesi.
Lisan edinimi ise konuşma sürecindeyken lisanın hatalarla dolu somut kullanımını tasvir eder. Böylece Saussure’ün Parole (söz) kavramıyla hemen hemen özdeştir.

Langue (lisan) sâbit bir model ve kurallar sistemi olarak görülür. Kompetenz (lisan yetisi) ise sınırlı sayıda kurallar ve lisanî öğelere yer verip daha çok sınırsız dil ifâdelerinin oluşmasına izin verdiği için dinamik bir model olarak anlaşılır. Bu yönden Kompetenz ve Langue birbirinden ayrılır (ama uygulamada bir dilde kurallar doğrultusunda oluşan bütün kelime birleşimleri aynı ölçüde ifâde edilmez; aksine belli kelimeler aynı zamanda başka belli kelimelerle karşılanır. Bu bütünce dilbilime bağlı bir durumdur).

Chomsky bunu, yaklaşık 20 yıl sonra 1965’te oluşturduğu bir modelle değiştirmiştir. Dilde bulunan hatalardan dolayı konuşulan lisan biyolojik olan lisan yapılarının incelenmesine uygun değildir. Bu duruma bağlı olarak Chomsky Kompetenz’i (dil yetisi) sırf zihinsel ve (büyük ölçüde) şuûrsuzca oluşturulan yapı olarak görür ve I-lisan’dan, yâni “iç lisan” söz eder. Bu da I-lisan sınırlarına girmeyen durumları içeren E-lisan, yâni biçimsel lisanı oluşturur. Bir başka deyişle, sâdece bir ânda gerçekleşen konuşma değil, bir konuşucu topluluğu içinde üzerinde uzlaşı olan bir dilin ayrıntılı özellikleri söz konusudur (bundan dolayı örneğin bir dilin belli bir lehçesi Kompetenz‘in (lisan yetisinin) veya Langue‘un (lisanın) bir bölümü olarak değil de, E-lisan üst başlığının bir bölümü olarak görülür). Doğal bir dilin sâdece biyolojik olan nedenlerle gelişen alt sistemiyle ilgili değildir. Aksine doğuştan olan dil özelliklerine bağlı olmayan değişken dil alışkanlıklarını gösteren bir sistemdir.

Genel dilbilimde dil sistemi ve dil kullanımının, örnek ve uygulamanın bu ayrılmış modelini aşacak az sayıda araştırmalar var. Bütünce lisaniyat bu konuyu ele alır. Bütünce lisaniyat kullanılan lisanın temsilî mâlzeme bütünü yardımıyla bir lisan sisteminin (Almanca, İngilizce gibi) yapısal özelliklerini (sentaks, lûgat gibi) ve alt sistemlerini (Avusturya veya İsviçre Almancası gibi) araştırır.

Aynı zamanda bütünce lisaniyat belli gruplara âit metinlerin (belli bir sosyal gruba özgü lisan, politik ve gazete metinleri gibi) özellikleri, kullanımdaki lisanın özellikleri ve lisan kullanımı sebepleri gibi lisan materyallerini tesbit eder. Doğuştan olan lisaniyata ilişkin araştırmalara da önemli katkılar sağlayan, çocukların erken yaşlardaki lisan edinimine ilişkin gözlemler, kaydedilen çocuk lisanı materyal ve veri tabanları aracılığı ile yapılır.

Dilin Bünyevî Yapısı

Yapısal açıdan – bugüne kadar yapılmış dil incelemeleri durumu – dil analiz edilir ve öğesel parçalara ayrılır. Bu parçaların işlevleri ve öğe tamlamalarının türü araştırılır.

Dilin normal durumu olarak dil seslerinin bir sırası olarak görülen ses lisanı kabûl edilir.. Ayrı ayrı sesten oluşan her bir ses sırası, ses bilimi düzleminde işlevsel öğeler olan ses öğesini ve heceyi oluşturur. Üst düzlemde (biçim bilgisinde) bunlar biçim birimlerini ve kelimeleri oluştururlar. Bunlar da – bir üst düzlemde – dilsel bir ifadenin temel birimi olan ve belli sözdizimsel kurallara göre oluşturulan cümle olarak anlaşılır.

Bir tümcenin öğeleri farklı açılardan belirlenebilir. Parça tümcelerin (temel cümle, ikinci, yâni yancümle) yanı sıra cümle içerisinde az veya çok sayıda olabilen kapsamlı kelime bileşimleri de cümle kurucu birimler (hâttâ dizimler) olarak belirlenebilir. Dönüşümsel lisaniyatla birlikte “cümle” kavramı yeniden tanımlanmıştır.

***

Bu konuya ileride devam etmek üzere şimdilik ara veriyorum ama bir şeyi asla unutmamalıyız:

İlk Sosyolog İbn Hâldun’dan beri bildiğimiz bir gerçek var: Her medeniyet, tıpkı insanlar gibi, doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Eğer “cesedi” münbit ise, tarihte iz bırakır.

Osmanlı, onca hatasının yanında, bize muhteşem bir edebiyat ve musikî bırakmıştır.

Eh, hâl böyle olunca da, o ölmez; bizim bünyemizde mündemic olarak yaşar, yaşayacaktır.

Her konuda hatalar yapan bu iktidarın, Osmanlıca kursları açması aslında mâzîsinden bîhaber olan Türklüğü güçlendirecek ve Atatürk’ün bir dönem için uğraşıp sonra aslı astarı olmadığını anladığı Güneş Dil Teorisi gibi, hiç varolmamış Mu ve Atlantis Kıt’aları gibi, tarihin volkan küllerinde Pompei’nin hayâleti gibi donup kalacaktır.

İLK KURŞUN

CHP’de Güney Afrika krizi, “, “Öcalan’a Mandela çözü mü” için İki CHP’li vekil Güney Afrika’da,partide kıyamet k opuyor…!

mmgfg.jpg

Meclis komisyonuna üye vermeyen CHP, AKP ve BDP’lilerle Güney Afrika’ya gitti. Heyet, ırkçı rejimin ardından ulaşılan ‘çözüm’ü ve ‘Hakikat Komisyonu’nu inceleyecek. Geziyi düzenleyen ise Abdullah Öcalan’ın özel avukatı İrlanda’lı Avukat Catriona Vine.

Öte yandan geziye katılan milletvekillerinden Sezgin Tanrıkulu ve özellikle Uusalcı çizgisiyle tanınan Levent Gök’e parti içinden çok büyük bir tepki var.

İmralı görüşmeleriyle başlayan süreç devam ederken, Londra merkezli Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün (DPI) davetiyle, Güney Afrika çözüm örneğini incelemek için bu ülkeye giden olan heyette AKP ve BDP’nin yanı sıra, CHP’li milletvekillerinin de yer alması CHP tabanında büyük tepki topladı.

Süreci sert bir dille eleştiren CHP, Meclis’te kurulan ‘Çözüm Sürecini Değerlendirme Komisyonu’na da üye vermemişti.

Gazeteci ve akademisyenlerin de yer aldığı heyet Güney Afrika’da. 25 kişilik heyet 1 hafta boyunca Cape Town’da kalacak. Vekiller Apartheid rejimi ve ona karşı mücadele deneyimlerini inceleyecek. Süreci tanıklar ve aktörlerinden dinleyecek olan heyet, Türkiye’ye dönünce temaslarına ilişkin ayrı ayrı rapor hazırlayacak. Çözüm sürecinde BDP’nin ısrarla kurulmasını istediği fakat kabul görmeyen “Hakikatleri Araştırma Komisyonu”nda Güney Afrika deneyimi mercek altına alınacak.

CHP IRA İÇİN DE GİTMİŞTİ

Geziye CHP’den Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu ve Ankara Milletvekili Levent Gök katılacak. Heyette AK Parti’den İzmir Milletvekili Mehmet Tekelioğlu, Van Milletvekili Burhan Kayatürk ve Sivas Milletvekili Nursuna Memecan ile BDP’den Van Milletvekili Nazmi Gür, Batman Milletvekili Ayla Akat ve Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü yer alacak.

Heyetin “Danışma Kurulu”nda ise Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Mithat Sancar, Yılmaz Ensaroğlu gibi isimler bulunuyor.

İngiltere ve Güney Afrika’lı uzmanlar da vekillere eşlik edecek.

Daha önce de yine DPI’nın organizasyonuyla İngiltere, İrlanda ve İskoçya gezen AK Parti, CHP ve BDP’li vekiller, çözümle sonuçlanan IRA sürecini incelemişlerdi.

BAŞKANIN ONAYI VAR

Heyette Levent Gök’le birlikte CHP’yi temsil eden olan Sezgin Tanrıkulu, TBMM’de oluşturulan komisyonda yer almayıp, DPI’nın organize ettiği programlara katılmalarını değerlendirirken, Meclis’teki komisyonu “yanlış yöntemlerin uygulandığı dayatma” olarak niteleyen Tanrıkulu, şöyle konuştu: AKP’nin dayatmasına teslim olmak zorunda değiliz. Yanlış yönteme ‘evet’ demedik. Bu, dünyadaki çözüm örneklerini incelemeye engel değil. AKP emrivaki kararları dayatarak, ‘CHP barışın karşısında’ gibi bir algı yaratmak istiyor. CHP her koşulda barışın inşasının yanındadır.

Levent Gök ise bu gezilere, Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun onayı ve görevlendirmesiyle katıldıklarını söyledi.

‘HAKİKAT’ İNCELEMESİ

BDP’nin Güney Afrika ziyaretine verdiği önem de diğerlerinden ayrılıyor. BDP’li vekiller, geçiş sürecinde Güney Afrika Parlamentosu’nda kurulan ‘Hakikatler Komsiyonu’na ayrı bir önem veriyor. BDP’liler Komisyonu’nun sürece katkısını hem partilerinde, hem de TBMM’deki komisyonlarda paylaşacaklar. BDP Van Milletvekili Nazmi Gür ziyarete ilişkin şunları söyledi:

“Güney Afrika’nın Anayasa süreçleri de çok önemli. Hakikatler Komisyonu, belki TBMM’de kurulan “Çözüm Sürecini Değerlendirme Komisyonu”na bir şekilde katkı sağlar.”

Geziye katılan AKP ekibinde yer alan İzmir Milletvekili Mehmet Tekelioğlu da, çözüm sürecine katkı sağlayacak her türlü faaliyetin içinde yer alacaklarını söyledi.

Güney Afrika’da 1948-1994 arasında süren ırkçı apartheid rejimine karşı Mandela önderliğindeki ANC çatısı altında bir araya gelen siyahlar “çözüm”e kavuştu. Güney Afrika burjuvazisi ile ANC arasındaki müzakerelerin ardından 1994′teki ilk demokratik seçimle ırkçı rejim son buldu. 1995 yılında hem rejimin hem de ANC güçlerinin işlediği tüm insanlık suçlarını inceleyecek bir Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu kuruldu. Bu komisyonun diğer örneklerden farkı, cezalandırma amacı gütmek yerine suçlu ve mağdurun yüzleşmesi ve “hakikat karşılığında” sanıkların affedilmesiydi. 21.800 mağdur komisyona hikâyelerini anlattı ve yeni rejime geçiş sürecinde 1163 suçlu gerçekleri anlatma karşılığında affedildi.

MANDELA HEYETLE GÖRÜŞMEYİ KABUL ETMEDİ

30 NİSAN’da yola çıkacak heyetin Güney Afrika’nın efsanevi lideri Nelson Mandela’yla görüşme planı da gerçekleşemeyecek. Irkçı Apartheid rejimine karşı mücadelesi nedeniyle 27 yıl cezaevinde kaldıktan sonra cumhurbaşkanı seçilen 94 yaşındaki Mandela, yaklaşık bir ay önce rahatsızlığı nedeniyle hastaneye kaldırılmıştı. Ancak heyet, Güney Afrika barış sürecinde aktif rol almış önemli birçok isimle bir araya gelecek.

Heyetin Güney Afrika ziyaretini organize edecek olan DPI, daha önce de vekilleri IRA örneği için İngiltere, İrlanda ve İskoçya’ya götürmüştü. DPI’ın Direktör Yardımcısı ise Öcalan’ın AİHM’deki davasını üstlenen İrlanda’lı Avukat Catriona Vine. 2010′da İmralı’da Öcalan’la görüşen Vine’ın ziyareti medyada, “Öcalan’a manken gibi avukat” başlıklarıyla yer almıştı. Vine, heyetin programını ilk elden organize ediyor. Geziye bizzat katılması da bekleniyor.

ULUS923-ÖZEL

VİDEO : Infowars Nightly News : Monday (4-29-13) Sibel Edmonds

VİDEO LİNK :

http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=fM2cE_e9G4c#!

VİDEO : Tuncay Güney : Ergenekon Dönemi Sona Erdi !! /// Tuncay Güney den Çarpıcı Açıklamalar

VİDEO LİNK :

Dağdelen : CHP halkın değil Ergenekon’un partisi !

CHP’den istifa eden Dağdelen, Türkiye’nin geldiği noktada CHP’nin duruşu ile ilgili görüşlerini Hür Haber’e bildirdi. Dağdelen deyim yerindeyse eski partisini bombaladı.

CHP Malatya İl Teşkilatı’ndan istifa eden Ali Dağdelen, eski partisini “Halkın partisi değil, Ergenekon’un partisidir” sözleriyle eleştirdi. Dağdelen, 2006’da Hava Kuvvetlerinden emekli olduğunu belirterek, geçmişte TSK içinde Ergenekon’un varlığını hissettiğini dile getirdi.

Cumhuriyet Halk Partisi(CHP) Malatya İl Teşkilatı üyesi, 2011 seçimlerinde ikinci sıra milletvekili adayı emekli albay Ali Dağdelen, partisinin çözüm süreci ve yeni anayasa çalışmalarındaki tutarsız tavırları nedeniyle geçtiğimiz günlerde istifa etmişti.

CHP ECEVİT’E YAPTIKLARINI ŞİMDİ KILIÇDAROĞLU’NA YAPIYOR

2006 yılında Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan emekli olan Dağdelen, “İstifa etmemin en önemli nedeni CHP’nin Kürt meselesine bakışıdır. Kritik bir süreçteyiz. Barış tek yolumuz. Türkler ve Kürtler arasında bir kavga varmış gibi gösteriliyor. Oysa ki böyle bir şey yok” dedi. Dağdelen, CHP’nin siyasi bir parti gibi hareket etmediğinin altını çizerek şunları ifade etti: “CHP, Atatürkçülük misyonunu yaşatma derneği gibi hareket ediyor. Sıkışınca Atatürk’ün arkasına sığınıyor. 1930’lar ile bugüne bakamayız. CHP içindeki çift yapılanma Kemal Kılıçdaroğlu’nu da etkiliyor. Kılıçdaroğlu, bana göre beklenen başarıyı gösteremedi. Geçmişte CHP Bülent Ecevit’e yaptıklarını şimdi Kılıçdaroğlu’na yapıyor.”

ERGENEKON CHP’Yİ KULLANIYOR

Dağdelen, CHP’nin kendini halka teslim etmesi gerektiğine vurgu yaparak "CHP’nin hazırlayarak önerdiği anayasa taslağı, evrensel değerlerden uzak, eşitlik, özgürlük ve demokratik yaklaşımdan uzaktır. İnsan hakları ve özgürlükleri reddeden, gerici ve umut vermeyen bir yönelim olarak değerlendiriyorum” dedi. CHP’nin Ergenekon sanıklarına destek vermesini ve Silivri’deki yargılamayı basmasını eleştiren Dağdelen, şu görüşlerde bulundu: “Ergenekon sanıklarının CHP’den milletvekili olması CHP’nin kucağına bırakılmış bir bombadır. Bana göre, Ergenekon CHP içinde var ve CHP’yi kullanıyor. CHP, kendini halka bırakmalı ve başka odaklardan medet ummamalı.”

TSK’DA KÜRDÜM DİYE FİŞLENDİM

“TSK’da görevliyken Ergenekon’un varlığını hissettim” diyen Dağdelen, bu görüşünü yaşadığı bazı olaylara dayandırıyor. Dağdelen, “Ben orduda görevliyken hep inandığım gibi konuşurdum. Beni Kürt olduğum için PKK’lı diye fişlediler. Soruşturma geçirdim. 2000 yılıydı ve bu nedenle görev yerim değiştirilmişti. Görev yaptığım Hava Meslek Yüksek Okulu’nada bana Alevi ve Bektaşi olan öğrencilerin orduya alınmayacağı söylenmişti. Ben bu görüşe karşı çıktım çünkü çağ dışı bir yaklaşımdı. Bu nedenle hakkımda ‘Alevi sempatizanı’ diye söylentiler yayıldı. Bunlar hep Ergenekon’un varlığının göstergeleriydi” diye konuştu.

VİDEO : ŞERİAT YANLISI REFAH PARTİ’Lİ ŞEVKİ YILMAZ’DAN “SÖZDE” ERGENEKON ÖRGÜTÜ

VİDEO LİNK :

YANDAŞ MEDYA /// YENİ ŞAFAK GAZETESİ /// CEM KÜÇÜK : Kim bu İbrahim Türker ?

Berç Keresteciyan Türker, Cumhuriyet tarihinin önemli isimlerinden biri. Kurtuluş Savaşı esnasında Osmanlı Bankası üzerinden para vererek Milli Mücadele’ye büyük katkı sunduğu hep söylenir. Ermeni kökenli bir vatandaşımız olması ve böyle yardımlarda bulunması da ayrıca önemli.

Osmanlı Bankası’nı yönetirken Atatürk’le büyük bir dostluk kuruyor ve adeta imtiyaz elde ediyor. Kendisi aynı zamanda Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin ileri gelenlerinden. Türker daha sonra milletvekili oluyor. Atatürk öldükten sonra İsmet İnönü’yle dostluğu sürüyor. Tipik bir mason olan Berç Keresteciyan Türker, Atatürk’ün bu konudaki net tutumunu biliyor.

En büyük arzusu Mason Locaları’nı yeniden açtırmak ama Atatürk zamanında bunu yapamıyor. Atatürk ölünce 7. dönem Afyon milletvekili oluyor. İsmet İnönü’ye Mason Localarını yeniden açtırıyor. Ve Masonların Türkiye’deki en önemli isimlerinden biri oluyor.

Yani Berç Keresteciyan Türker Cumhuriyet tarihinde bir nevi dokunulmazlık kazanıyor. Berç Bey’in bir oğlu olduğu söyleniyor, adı İbrahim Türker. Oğul Türker, soyadındaki Keresteciyan’ı atıyor. Peki İbrahim Türker ne iş yapar diye şöyle bir araştırınca, ortaya ilginç bağlantılar çıkıyor.

İbrahim Türker’in aile içinde ve çevresindeki adı Atamdede. Muhtemelen Atatürk’ten etkilenerek bu isim veriliyor kendisine. Babası gibi İbrahim Türker de Mason. Mason Yüksek Cemiyeti İskoç Riti’ne bağlı.

Asla korumayla gezmiyor. Tek elinde kartal başlı pahalı bir baston taşıyor. İddialara göre Türk burjuvazisi üzerinde büyük etkisi var. Hatta Türk derin devlet yapılanmasında bile önemli bir isim.

Türk istihbaratı ve Seferberlik Tetkik Kurulu’nda kod adının ‘Şaban’ olduğu iddia ediliyor. İbrahim Türker beyin zevcesi Urfalı büyük bir toprak ailesinin kızı.

Çok iyi satranç oynadığı belirtilen İbrahim Türker 1960 ve 70’li yıllarda dünyadaki satranç federasyonlarıyla yakın ilişkiler kuruyor. 1970’li yıllarda Türkiye Satranç Federasyon Başkanlığı yapıyor. Rivayet odur ki, Süleyman Demirel hükümetleri döneminde Seydişehir Alüminyum ve İskenderun Demir Çelik fabrikalarının kurulmasında başrol oynuyor.

Denizlere meraklı ve yat tutkusuyla biliniyor. Ayrıca Ermeni kökenli olduğu için dünyadaki tüm Ermeni diasporası ve ülkemizdeki Ermeni vakıf ile kiliseleri üzerinde etkili.

İbrahim Türker’le ilgili iddialar sadece bunlarla sınırlı değil. Yukarıda dediğim Özel Harp Dairesi’nde bu kişinin büyük etkisi olduğu dile getiriliyor. Nasıl mı? Mesela Demirel dönemlerinde Romanya’da mobilya ithalatı adı altında aslında CIA’yle büyük operasyonlar yaptığı ve ününü böyle elde ettiği konuşuluyor.

Washington, Londra, Brüksel hattında önemli bağlantıları olduğu ve küresel baronların Türkiye ayağı olduğu bile dillendiriliyor.

Ticaretten kazandığı paraları, Seferberlik Tetkik Kurulu kapsamında öncülük ettiği, iç ve dış olarak ikiye ayrılan bir şebeke için harcadığı söyleniyor.

Yani NATO’nun gizli yapılanmasının bir nevi sivil ayağı bu isim. Kendisinin Türkiye’nin son 10 yılda yaşadığı büyük değişimden ötürü soluğu New York’ta aldığı ve kendisine bugüne kadar kucak açanların korumasında olduğu söyleniyor.

Ergenekon davasında hep bir ‘1 Numara’ dile getirilmişti. Özellikle bu konuda ciddi araştırmalar yapan ve önemli kitaplara imza atan Şamil Tayyar sürekli olarak en tepedeki bir isimden hep bahsetti ama adını zikretmedi. O isim bu kişi olabilir mi?

Bir de 1980 darbesinin belgelerine bakınca İbrahim Türker ismi biraz daha ortaya çıkıyor. Acaba Türkiye’nin geçmişinden beri yaşadığı sıkıntılı hallerin perde arkasında bu isim olabilir mi? Ya da bu isim başka birinin kullandığı kod ad olabilir mi?

Kozmik odada bu kişiye ait özel bir bölüm var mı? Kim bilir, belki vardır ama saklanıyordur. Ayrıca İbrahim Türker ismini belki duymuşlardır diye bazı emekli ve görevde olan devlet yetkililerine sordum. Kimi tanımadığını, kimi duymadığını söyledi. Bazıları da sessiz kaldı, yorumda bulunmadı.

Yakın zamanda Türkiye’de bu isimle ilgili bazı bilgiler ortaya çıkabilir. Ya da gücünden ötürü hiçbir şey yazılamayabilir.

Twitter.com/cemkucuk55

ERGENEKON’DA SON SAVUNMALAR : EMEKLİ ASTSUBAY OKTAY YILDIRIM

Odatv olarak başından söyledik.

Savunmalar iddialar kadar önemlidir.

Suçlamaları manşetlere taşıyan, savunmalara gözünü kapatan medyadan olmadık.

Bugün de olmayacağız.

Odatv olarak bu konuda yeni bir dizi başlatıyoruz.

6 yıldır devam eden Ergenekon soruşturmasında sona gelindi.

Sanıklar son savunmalarını yapıyor.

Odatv olarak sayfalarımızda bu savunmaların tamamına yer vereceğiz.

İlk savunma 1. iddianamenin 1 numaralı sanığı Oktay Yıldırım’a ait.

İşte Oktay Yıldırım’ın savunması:

Benden iki saat içinde henüz okuyamadığım, binlerce sayfalık belgeler hakkında savunma yapmamı istiyorsunuz. Daha 15 Nisan günü yani bir hafta önce üç milyon sayfalık belge verdiniz ve benim bu süre içinde sadece 5 saat bilgisayar kullanma hakkım vardı. Siz bun savunma hakkı diyorsunuz. Hakkımdaki deliller ve belgeler hakkında bile, delilleri mahkeme önüne getirip tartışmadan bana sadece 15 dakika konuşma hakkı tanıdınız. Müebbet hapis istiyorsunuz ve iki saatte kendimi savunmamı istiyorsunuz. 15 Nisan 2013 günü aldığınız ara kararda, bir dahaki duruşmada da savunma yapmazsam susma hakkımı kullanmış sayacağınızı açıkladınız ve ben bu koşullar altında konuşmaya başlıyorum.

Konuşmama başlamadan önce buradaki haksız ve çok uzun tutukluluk sürecinde her bir uzvunun ölümü her gün kendisine izlettirilerek yavaş yavaş öldürülen Kuddusi Okkır’ın…

Hayatını terörle savaşarak geçirdikten ve gövdesini bu yolda feda ettikten sonra uğradığı haksız ithamlara dayanamayarak hayatına son veren, Albay Abdülkerim Kırcı’nın…

Türk Silahlı Kuvvetlerini hedef alan hukuk kılıfı giydirilmiş saldırılara maruz kaldığı yetmezmiş gibi ailesine, onuruna dil uzatılmasını kabul etmeyerek hayatına son veren Albay Berk Erden’in…

Ve bu tertipler silsilesinin yarattığı karanlığın bağrına bir işaret fişeği gibi hayatının ışığını yollayan Yarbay Ali Tatar’ın aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum…

Ben 2005 yılında, Şemdinli’deki olaylarla başlatılan ve hedefi Türk Silahlı Kuvvetleri olan olaylar ve Türk askerlerini hedef alan hukuk katliamı hakkında Yeni Hayat Dergisi’nde yazdığım bir yazıda şöyle demiştim;“Tüm yazılı, görüntülü ve sanal basında, nasıl sızdığı veya kimin ne maksatla sızdırdığı belli olmayan bir iddianame dolaşmaktadır. Ben iddianame dediysem öyle alışık olunan türden bir şey değil.

Ben de birçok insan gibi hiç üşenmeden tamamını okudum. Birçok yeri, terör örgütü terminolojisi ile yazılmış olan iddianamenin, aslında bir iddianame olmadığı o kadar belli ki.

Hukuk veya polisiye bilgisi çok az olan biri bile, yazılanların iddianameye konu suçu(?) değil de başka bir şeyi yargılamak için yazıldığını anlar.

Aslında sorulması ve cevaplanması gereken o kadar çok soru var ki, bunların tamamını yazalım veya konuşalım desek, günler ve sayfalar sürer.

Ancak özet cümle yüreğimden şu şekilde kopmaktadır; terörün antitezi çete değildir. Dilekçelerimizi, Genel Kurmay Başkanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve Van cumhuriyet savcılığına Taksim postanesinden yolladık ama dostun, düşmanın, tarihin ve büyük Türk Milletinin huzurunda buradan da haykırıyorum.

Eğer vatan için teröre ve ona destek veren tüm odaklara karşı savaşan Türk Askerleri çete ise, bende o çetenin bir üyesiyim ve beni de onlarla beraber yargılayınız.

İsterseniz müebbetle değil idamla yargılayınız, ama unutmayınız ki bu dava, bu mektubun muhatabı olan Yüce Türk Milletinin vicdanında görülecektir. O yüzden hiçbir endişem yoktur, zira bu milletin vicdanında görülen Kaymakam Kemal davaları ne ilktir ve ne de son olacaktır. Endişe etmesi gereken Kaymakam Kemaller değil, Nemrut Mustafa paşalardır.”

Şimdi aynı projenin devam filmi ile ben ve Türk milletinin değerli aydınları, kahraman subay, astsubay ve generalleri hukuk, yasalar ve tüm vicdani değerler katledilerek yargılanmaktadır. Bu orada başlatılan bir senaryodur ve burada yargılama konusu yapılan her şey; bomba, silah, bıçak, belge, vs. bu filmin başlatma düğmesidir. Nitekim bugün geldiğimiz noktada yapılan operasyon hedefine ulaşmaktadır.

Türk ordusunda artık kimin terfi edeceğine, kimin emekli olacağına isimsiz bir ihbara dayanarak dava açabilen savcılar karar vermektedir. PKK ile mücadele suç, mücadele edenler suçlu, teröristle çatışmaya girmek adeta günah haline getirilmiştir.

Bir bedel ödetiliyor ve benim farkım bunu altı yıldır ödüyor olmamdır. Yaşadıkça, benden sonrakiler yaşasın diye bu bedeli ödemeye de razıyım.

Mahmut Esat Bozkurt Atatürk ihtilali kitabında şöyle der; “yaşatan bir ölümü öldüren yaşamaya tercih etmeyen milletler sonsuza kadar alçalırlar.” Ben kendi payıma, ülkemizin bugün içinde olduğu durum karşısında yaşatan bir ölümü tercih ettiğimin bilinmesini istiyorum…

Bana “terörist, silahlı terör örgütü üyesi” deyip Gaziler günü yürüyüşünü, Kaymakam Kemal Bey’i anmayı, Kıbrıs barış harekâtının yıl dönümü etkinliklerini; terörist örgütün, örgütsel faaliyetleri olarak adlandırırken, PKK’lı bölücü teröristlere; “kaleşnikoflu duygusal devrimciler” diyebilen bir iddianame ile yargılanıyorum! Bu süreçte yargı bir silah gibi kullanılarak Türkiye ve Türk Ordusu dönüştürülmektedir.

Bugün geldiğimiz noktada yıllarca bu ülkeyi bölmek için Mehmetçiği ve masum vatandaşı katleden örgüt üyelerine “duygusal devrimciler” diyen bir iddianamenin bana ve her rütbeden benim gibilere“terörist” demesinin nedeni budur… Gaziler Günü Yürüyüşü’ne katılmanın, örgütsel faaliyet olarak iddianamelere yazılmasının nedeni budur… Bugün çıkarılmaya çalışılan af için, terazinin diğer kefesinin bu operasyon üzerinden ağırlaştırılmaya çalışılmasının nedeni budur. Bizler PKK’ya çıkarılacak olan affın rehinesi olarak tutulmaktayız.

Bu yolla Türk kamuoyuna denilmektedir ki,PKK terörist ama askerler de ondan farklı değil, silahsa bunlarda da var. Darbeleri bunlar yaptı üstelik yenilerini de hazırlıyorlar. Bütün faili meçhuller de bunların işi. Casusluk da, suikast da, şantaj da, Danıştay saldırısı da bunların işi. Elimizde kanıt yok ama olsun biz biliyoruz. Onun için gelin geçmişe sünger çekelim ve herkesi affedelim…

Bütün hesap bunu üzerine kurulmuştur. Burada resmi tutanaklara geçirmek için söylüyorum, süreç bununla da bitmeyecektir. Arkasından da ayrılık talepleri gelecek, iç savaş tehdidi dayatılacak ve “Barışçı Bölünme” teorisine uygun olarak rejim değiştirilmeye, Türk coğrafyası yeniden şekillendirilmeye çalışılacaktır. Biz bunları önceden gördük, makalelerimizde, kitaplarımızda yazdık, panellerde, televizyonlarda tekrar tekrar anlattık ve bugün yanılmamış olduğumuzu görmek çok acıdır.

Ben bugün geldiğimiz noktadaki haklılığımı bilerek şunu söylemek istiyorum: vazgeçmeyeceğim. Hiç bir karşıdevrim operasyonunun ve yıllarca süren tutukluluğun ıslah edemeyeceği bir inançla cumhuriyeti savunmaya devam edeceğim. Bu mahkemelerden çıkacak sonuç ne olursa olsun, tarih benim hakkımı teslim edecektir. Çünkü tarih 3–5 yıllık olaylarla değil, daha uzun soluklu sebep-sonuç ilişkileri üzerinden yazılacaktır.

PKK’NIN AĞZIYLA KONUŞAN KİM

Esas hakkında mütalaaya göz atarken en çok dikkatimi çeken bölümden başlamak istiyorum. Savcılık mütalaasının 423.’ncü sayfasında savunmalarımız hakkında şöyle diyor:

“Veli Küçük, Muzaffer Tekin, Oktay Yıldırım ve Mehmet Demirtaş’ın, dosya kapsamındaki resmi evraklara, tanık ifadelerine, bilirkişi incelemesine, dosya kapsamındaki diğer tüm delillere aykırı, esasa müessir olmayan bazı ayrıntıları öne çıkartarak Devletin Emniyet, Yargı ve ilgili tüm kuramlarını suçlayan, özellikle PKK, DHKP/C, Hizbullah Terör Örgütleri mensuplarının uygulamada en çok karşılaşılan, ele geçen suç malzemelerini kolluk görevlilerinin yerleştirdiği mahiyetindeki beyanlarına benzer ifadeleri, cezadan kurtulma amacına matuf görülerek itibar edilmemiştir.”

Demek ben, PKK’nın ağzıyla konuşmuşum öyle mi?

Bakın size savcının ağzından bir tanımlama okuyayım: “Soruşturma sonucunda bir kısmı ortaya çıkarılan Ergenekon Terör Örgütünün, gerçekleştirdiği bir eylemden sonra ankesörlü telefondan gazetecileri arayıp eylemi üstlenmesi ya da elinde Kaleşnikofla kırlardan kentlere yürümek isteyen duygusal devrimcilerden oluşan kadrolara sahip olmasını beklemek devletimizin karşı karşıya olduğu tehlikeyi algılayamamış olmakla eşdeğerdir.”[1]

Kim bu “kaleşnikoflu duygusal devrimciler” biliyor musunuz?

Bölücü Terör Örgütü PKK.

Bu açılım ağzıdır. Işaret fişeğidir bu iddianameler. Işte artık o eli kanlı PKK bu iddianameler sayesinde “duygusal devrimci” olmuştur ve devletle pazarlık masasındadır.

Biliyor musunuz savcının iddianmesinde en muteber şekilde alıntı yapılan kimin ağzıdır? Kimdir bu PKK’ya “duygusal devrimciler” diyen bu tanımı savcılara bu kadar sevdiren?

Bu güzelleme Tuncer Günay tarafından yazılan ve o tesadüfe bakın ki, tam da Ergenekon tertibinin başladığı 2007 yılı haziran ayı içinde piyasaya sürülen bir kitapta geçmektedir.. Kitabın adı da şudur: “Şemdin Sakık Anlatıyor.” Bingöl’deki 33 Mehmetçiğin kanlarını ellerinde taşımaktadır.

Ne çok da yakışmış yerine! Savcıların muteber tanığıdır. Ayağına kadar gidilip Diyarbakır’lardan canlı yayınla bu mahkemede hayatını kendisiyle mücadele ederek geçirmiş askerler hakkında tanuıklık yaptırılmıştır.

Devam edelim mi kimlerin PKK ağzıyla konuştuğuna bakmaya?

Paylaşamıyorlar Ergenekon soruşturmasını. PKK’nın liderleri diyorlar ki: “TSK soruşturmalarının önünü biz açtık.” Bakın bir Murat Karayılan, diğeri Nurettin Sofi. Altını imzaladığınız bu iddianameleri canla başla savunuyor ve sahipleniyorlar. Bugün pazarlık masasının aktörleridir. “Duygusal devrimcilerdir” artık. “Biz yaptık” diyorlar. “Ben Ergenekoncuyum” diyorlar mı? Hani onları da Ergenekon yönetiyordu?

Bitmedi daha… 11 Nisan 2013’te TBMM Yasadışı dinlemeleri Araştırma Komisyonuna ifade veren ve her ne hikmetse mahkemenizin tanık olarak dinlemeye yanaşmadığı eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun, “Ergenekon tertibinin 2001 ve 2006 yıllarında başlatılmak istendiğini ama kendisini iğfal edemedijkleri için başlatamadıklarını, bu nedenle de görevinden alındığını” söyledi. Gazeteci Saygı Öztürk de 2001 ve 2006 yıllarında Sabri Uzun’un önüne ergenekon şemasını koyan kişinin Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven olduğunu yazdı.[2] “Ölen teröriste ağlayamıyorsanız insan değilsiniz”[3] diyen oydu. Diyarbakır’da Nevruz adı altında Amerikan Kürdistanı ilan edilirken meydanda bir tek polis yoktu ama “duygusal devrimciler” silahlarıyla birlikte oradaydılar.

Gördünüz mü Bütün yollar PKK’yı duygusal devrimciye dönüştüren açılıma çıkıyor. “beni iğfal etmeye çalıştılar” diyor Sabri Uzun. O da mı PKK ağzıyla konuşuyor? Polis tarafından, kendi meslekdaşları tarafından Ergenekon sopruşturmasını başlatabilmek uğruna iğfal edilmeye çalışılmış.

Bakın açılımıjn en önemli ismi “Akil Adam” Oral Çalışlar nediyor: “Ergenekon soruşturması olmasaydı, İmnralı’yla bu çözüm görüşmeleri olmazdı. Ne zaman bunlar gündeme gelse askerin içinden bir güç buna karşı çıkıyordu. Şimdi Ergenekon davasıyla hükümetin eli daha da rahatladı…”[4]

Demek Ergenekon davasıyla açılımın engelleri temizleniyor.

Bu davanın hakim savcılarının medyadaki en büyük savunucusu Ahmet Gündel de şöyle diyor: “Ergenekon, Balyoz türü davalar olmasaydı bir çözüm sürecinin içinde olmayacaktık. Asker buna izin vermeyecekti. PKK ile bir barış sürecinin içindeyiz, bunun bir bedeli olacak. Örgüt durup dururken buna razı olmuyor. Cezaevinde KCK tutukluları var, elbette bir genel affın beklenmesi normal…”[5]

Duydunuz mu ne diyor: “Ergenekon, Balyoz hep bu PKK’ya af içindir” diyor.

Bunlar yeterli değilse bir de hükümet üyesi örneği vereyim. Burhan Kuzu şöyle diyor: “2010 yılında anayasayı değiştirdik. Ergenekon yapılanması, Balyoz, Sarıkız gibi yapıları değiştirmeseydik bunları yapamazdık. Şimdi fırsat elimize geçti…”[6]

BOP ona anayasayı, sınırları, rejimi değiştirmesini emrediyor. Bu davalar sayesinde de fırsat eline geçmiş. Kimverdi bu fırsatı ona? Bu fırsat Amerika’ya, PKK’ya verilmiştir.

PKK’yı duygusal devrimciye dönüştürmek, Şemdin Sakık’ın ağzıyla iddianame yazıp, onun sözüyle bir orduyu yargılamak değil, ama bunu söylemek, buna direnmek, polisin iğfallerini anlatmaya çalışmak, PKK ağzıyla konuşmak öyle mi?

PKK’nın ağzıyla konuşan kimmiş daha iyi anlaşıldı mı şimdi?

SAVCININ ESASI SANIĞIN ESASINDAN FARKLI

Savcılar, yaptığımız savunmalar hakkında da “esası etkilemeyen ayrıntılar” demişler. Haklıdırlar. Onların esasları bizimkinden farklıdır. Onların esasları Alparslan Arslan’ın içkici, namaz kılmayan, Ergenekon üyesi ve bu saldırıları da Ergenekon denilen hayali örgütün emriyle işlediğini kanıtlamaya çalışmaktır. Krmalettin ya da Fetullah Gülen bağlantısını dile getireni kara propagandayla suçlamak, Salih Kurter ile Süeleyman esen’in suçsuzluğunu kanıtlamaktır. Ve buradaki diğer sanıklar ne derse desin bunu değiştiremeyecektir. Burada anlatacaklarımı mahkemenize karşı bir savunma yapmak için anlatmıyorum çünkü hakkımdaki kararın çoktan verildiğini biliyorum.

Burada savunma yapmak için girilmesi zorunlu olan ayrıntılara girecek vakti de vermiyorsunuz zaten. Ama o esası etkilemeyen ayrıntılardan söz etmeliyiz.

Bana yapılan suçlama özetle şöyle: “Ben Ergenekon örgütünün emriyle bombaları saklamışım, bu bombaları Cumhuriyet gazetesine atması için Osman Yıldırım’a vermişim ya da verildiği toplantıda bulunmuşum, ben bu örgütün emriyle yasal görünüşlü bazı toplumsal gösterilere katılmışım, yazılarımla ve televizyonlara çıkarak örgütün propagandasını yapmışım, kişisel verileri de kaydetmişim ve böylece de şiddet kullanarak hükümet5i devirmeye çalışmışım…”

Savcılık daha Ümraniye’de bir gecekonduda arama yaptığını ve bomba bulduğunu bile ispat edemiyor. Bakın size 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de ne olduğunu tutanaklara bakarak anlatayım:

TANIĞI VE VİDEO KAYDI OLMAYAN BİR ARAMA

Önce TEM ve Asayiş polislerinin düzenlediği tutanağı inceleyerek olay yerinde neler olduğunu ve olmadığını anlatalım.

TEM tutanağına göre olay yerine geldiklerinde gecekondunun önünde Ali Yiğit ve Mehmet Demirtaş orada beklemekteydi. Randevu gibi.

Ama Ali Yiğit’in ifadesine göre kendisi orada değildi, tesadüfen oradan geçerken polisleri görüp durdu ve aramaya katıldı. Askeri mahkemedeki ifadesine göre ise durum böyle de değildi, aramanın yapıldığını ağabeyi telefonla haber verdi. Büfeci Burhan Yılmaz’ın ifadesine göre de Ali Yiğit polislerden kısa bir süre sonra geldi, bir müddet kenarda olan biteni izledi ve sonra da aramaya katıldı. Yine Ali Yiğit, Mehmet Demirtaş ve Burhan Yılmaz’ın ifadelerine ve baz istasyonu raporlarına göre Mehmet Demirtaş da orada değildi. Arama bittikten sonra polisler tarafından telefonla çağırıldı ve olay yerine geldi. Bunu, mahkemeye sunulan telefon baz istasyonu kayıtları da doğruluyor. Hatta sadece o değil, tutanağa imza atan polis memurlarından biri de emniyetten gelen resmi belgelere göre izinliydi.

TEM tutanağına göre evin anahtarı da orada bekleyen Ali Yiğit’in üzerindeydi.

Oysa Ali Yiğit’in ifadesine göre anahtar üzerinde değildi, anahtarı almaya polislerle birlikte ağabeyinin dükkânına gittiler. Bunu Burhan Yılmaz da doğruluyor.

TEM tutanağına göre hemen bunları gözaltına alıp birlikte aramayı yaptılar, bombaları bulunca hiç dokunmadan olay yeri inceleme uzmanlarına ve bomba uzmanlarına haber verdiler sonra onlar da geldi ve hep birlikte kontrollerini yaparak sandığın içinde neler olduğunu tutanaklarına yazdılar. Bunlar, TEM ve Asayiş görevlilerinin düzenlediği tutanakta anlatılanlar.

Oysa TEM tutanağında olay yerine gelip kontrol yaptıkları yazılı olan Olay Yeri İnceleme uzmanları kendi tutanaklarına göre gecekonduya hiç gelmediler. Onlar doğrudan karakola geldiler. Bomba uzmanlarının gecekonduda olduklarını söyledikleri saatte, olay yeri ekibi karakolda bombaların başındaydı. Yani TEM ve Asayiş görevlilerinin düzenlediği tutanakta yazılan neredeyse hiçbir şey doğru değildi.

Gelelim bomba uzmanlarının düzenlediği tutanaktaki bilgilere…

Bomba uzmanlarının tutanağına göre bir gecekonduda bomba bulunduğu ihbarı kendilerine saat 18.30’da haber verildi. Bunu tutanaklarına da yazdılar. Bu saatten sonra harekete geçtiler ve gecekonduya geldiler.

Oysa olay yeri ekibinin çektiği bir fotoğrafa göre tam bu saatte bombalar karakolda sehpaların üzerine dizilmiş vaziyette. Saat 18.30’da…

Yine Ali Yiğit’in mahkeme huzurundaki ifadelerine göre arama işlemi saat 17.00’de yapıldı…

Oysa bu olayda bombalara ilk müdahaleyi yapan bomba uzmanlarının askeri mahkemedeki ifadelerine göre, gecekonduya saat 18.30’dan önce gitmiş olamazlardı çünkü saat 19.00’da grup değişimleri yapılıyordu. Bunlar da saat 19.00–19.30 sularında gecekonduya gittiklerini, merdiveni koyup çatıya çıktıklarını, gerekli işlemleri orada yaptıklarını, hatta bombaların kendilerine çatının dışında teslim edildiğini daha sonra da alıp karakola götürdüklerini söylediler.

Ancak bu kez de karşımıza başka bir soru işareti çıkıyor. Çünkü saat 18.50’de telsizden bomba haberini alan ve Olay Yeri İnceleme uzmanlarından oluşan ekip haberi alınca hareket ediyor ve saat 19.20’de olay yerine ulaşıyor. Ulaştıkları olay yeri neresi? Gecekondu değil… Ümraniye-Çakmak polis karakolu. Hani bu saatte bütün ekipler gecekondudaydı. Bu ekip karakola geldiğinde bombalar sehpaların üzerinde dizilmiş vaziyettedir. Fakat bu ekibin çektiği fotoğraflardan biri biraz büyütülünce çekim için hazırlanan bombaların önüne asılan kâğıt okunuyor, kâğıdın üzerinde yazan saat:18.30… Demek ki 18.30’dan da daha önceki bir saatte bombalar karakolda. E hani bomba uzmanları saat 18.30’da telsizden haber alıp gecekonduya gelmişlerdi, zaten daha önce gelmiş olamazlardı, merdivenle tırmanmışlardı, saat 20.30’da bunları etkisiz hale getirmişlerdi filan… Bu masallar niye anlatılıyor?

Bunların hepsi bir yana olayın tek tanığı olan büfeci Burhan Yılmaz ise polislerin gecekonduya ilk geliş saatlerinin sabah 10.00 ile 12.00 arasında olduğunu söyledi. Yani daha ihbar bile yapılmadan önce…

Kim doğru söylüyordu TEM polisi mi, olayın tek tanığı mı, Olay Yeri Ekibi mi, yoksa ihbarcının oğlu mu?

Daha sonra ortaya çıkardık ki, bu tutanakların tamamı karakolda düzenlenmişti.

Buradan ortaya çıkan şudur: Hem bombalar hem de her iki polis ekibi aynı anda hem karakolda hem de gecekonduda olamayacağına göre bu tutanaklar doğruyu söylemiyor. Ya da bombalar karakoldayken aynı anda gecekonduda arama tiyatrosu oynanıyor. Siyah poşetlerin içinde bir şeyler çıkarılıyor, poşetlerin içini gören yok. Karakoldakilerin ise video kayıtları var. Yani karakolda bomba var, gecekonduda tiyatro var.

Olay yeri ise bütünüyle karanlıkta…

Bu kadar mı? Elbette hayır, devam edelim.

Hem TEM ve Asayiş polislerinin tutanağına göre hem de bomba uzmanlarının kendilerinin tutanağına göre, arama sırasında bombalara rastlanıyor ve ondan sonra bomba uzmanlarına haber veriliyor, bunlar da uzman oldukları için bombalara ilk müdahaleyi yapıyorlar. Nerede? Bulunduğu yerde… Neresi? Çatı arasındaki elektrik direğinin dibi… Ama askeri mahkemedeki sorgularında bu polislerden biri kendi tutanaklarında yazılı olmayan şaşırtıcı bir bilgi verdi: “Bombaları bulunduğu yerden kendilerinin çıkarmadığını, kendileri olay yerine gittiklerinde, çatının dışında kendilerine TEM görevlileri tarafından teslim edildiğini” söyledi. Bombaları gecekondunun çatı arasında bulmanın sorumluluğunu almıyordu. “Ben bulmadım, yerinden de ben çıkarmadım, bana dışarıda teslim edildi” diyordu.

Şaşırtıcı!

Oysa “s…kerim hâkimi de savcısını da “ denilerek, güle oynaya tutanak yazılan ilk gün, tutanaklarına böyle yazmamışlardı.

Buradan çarpıcı bir sonuç daha çıkıyor ortaya, bu bombaları o nokta koordinatı verilen yerde, gecekondudaki elektrik direğinin dibinde bomba uzmanları da görmemişti.

Kim gördü peki: Ali Yiğit. Onun ifadeleri de şöyle:

Mahkeme Başkanı: “Çatıya çıktığınızda ilk çıktığınızda kutuyu nerede gördünüz, neredeydi"

Sanık Ali Yiğit: “ilk çıktığımda tam olarak içeri girdiğimde sağ tarafta kalıyordu efendim kutu sağ tarafta alt üst köşede yani bir insanın zorla girebileceği bir yerdeydi efendim,çok alçak olduğu için çatı “dedi.

Sanık Oktay Yıldırım: “Bahse konu elektrik direği çatının neresinden geçmektedir sayın başkanım “dedi.

Sanık Ali Yiğit: “Çatının tam yan tarafından tam ortası değil tahminim, o kadar incelemedim yani elektrikle aram olmadığı için “dedi.

Sanık Oktay Yıldırım: “Dolayısıyla ilk çıktığında elektrik direğinin yanında her hangi bir kutu yoktu,doğru mu sayın başkanım bunumu anlamamız gerek “dedi.

Sanık Ali Yiğit: “Elektrik direği kutunun yanında yoktu efendim veya elektrik direğinin tam nerede olduğunu bilebilsem şuanda hatırlasam söylerim efendim nerede olduğunu tam olarak şu anda tam nerede olduğunu hatırlamıyorum yani 15 aydan beri evi de görmedim eve de gitmediğim için normaldir efendim zaten “dedi.

Yani o da ne gördüğünü, nerede gördüğünü anlatamıyor, bilmiyor. Nasıl buldular, ilk kim buldu, kapağını o mu açtı, babası mı açtı belli değil. Bu soruların cevapları hep değişiyor. İçinde ne gördüklerini anlatamıyorlar, hep farklı. Ve bu kocaman belirsizliğin, bu koca karanlığın ortasında bir gerçek var: Ümraniye’de bir tertibin başlama düğmesine basıldı.

Karakolda neler olduğuna geçmeden önce tutanakların içerikleri ne kadar doğru bir de ona bakalım.

Önce ihbarcının ne gördüğüne bakalım.

Aramadan önce sandığın içini açıp baktığını söyleyen tek kişi ihbarcı ama anlattıkları ile bulunanlar farklı. Bir soruyu ona defalarca sorduk: Sandığı açınca ne gördün? Çünkü o kadar ayrıntılı tariflerde bulundu ki, mahkeme başkanının bile dikkatini çekti ve neden bu kadar ayrıntılı incelemek gereği duyduğunu sordu. Biz de ne gördüğünü sorduk. Her defasında: “çok sayıda bomba ve bir tane kutu gördüğünü, kutunun bantla sarılı olduğunu, eline alıp salladığını” söyledi.

Sorgusunda tam 6 defa “bir kutu” dedi… Oysa ortaya çıkan video kaydında sandığın içinde 12 tane kutu vardı ve “bantlı kutuyu elime alıp salladım” dediği o kutulardan hiç birinde veya bantın üzerinde parmak izi çıkmadı. Bulunmadan 10 gün önce eline alan adamınki çıkmadı ama 3 yıl önce dokunduğu iddia edilen benim parmak izim çıktı.

İhbarcının babasına göre sandıkta bir de C-4 kalıbı vardı. Bundan o kadar emindi ki, her ifadesinde söyledi. Hatta en son askeri mahkemeye gönderilen ifadesinde C-4 kalıbının bir sabun kalıbına benzediğini ayrıntılı şekilde tarif etti ki, C-4 gerçekten de sabun kalıbı formundadır. Görmeyen birinin bu tarifi yapması gerçekten imkânsızdır.

Üstelik bu C-4 kalıbını gören tek kişi o değildi. Askeri heyetin üyelerinden birinin de, Emniyet Müdürlüğü’ne gittiği sırada kendisine gösterilen bombaların yanında, kendilerine gösterilmeyen bazı malzemeler daha olduğu dikkatini çekmişti. C-4 plastik patlayıcı ve başkaca patlayıcı fünyeleri gördüğünü söyledi. O tarihte, yani 25 Haziran’da, Ümraniye dışında patlayıcı madde bulunduğu iddia edilen başka bir arama yoktu. Ama C-4 ve ateşleme fünyeleri, daha sonra yapılacak olan başka aramalarda bulundu. Yani ihbarcının anlattıkları, askeri heyetin gördükleri ve tutanaklara yansıyanlar aynı değildi.

Zaten savcılık da esas hakkında mütalaasının 390.’ncı sayfasında şöyle diyor: “Mahkeme kararı gereğince, yaptırılan bilirkişi incelemesinde Ümraniye’de yapılan aramada ele geçirilen Amerikan M26 tipi el bombalarının 1950-1955 yılları arasında üretilen mühimmat olduğu, TNT kalıplarının da 1950 yılı üretimi olduğu belirtildiğinden…”

Sahi nerede o kalıplar? Ortadan kaybolmuş ama bir türlü vazgeçilemiyor.

Özetleyelim:

·Olay yerinde yazıldığı iddia edilen tutanağın saati 20.30

·Karakolda çekilen video kaydına göre bombalar saat 18.30’da karakolda.

·Bomba uzmanlarına göre 18.30’da gecekonduya gitmeleri imkânsız, 19.30’da gittiler, o saatte bombalar oradaydı.

·Olay yeri Ekibine göre ise bombalar saat 19.20’de karakolda.

·Olayın tek tanığına göre polisin gecekonduya ilk geliş saati sabah 10.00 ile 12.00 arası.

·O gecekondunun çatısında ne gördüğünü ve ne yapıldığını anlatacak kimse yok.

·Gecekonduya Olay yeri Ekibi bile sokulmadı hiçbir inceleme yapılmadı ama bundan sonra polis oraya yanına ihbarcıyı da alarak iki kez daha gitti ve orada ne yaptıkları hiç öğrenilemedi.

KARAKOLDA NELER OLDU

TEM ekibinin kendi tutanağında, “bizimle birlikte gecekondudaydı” dediği ekip kendi tutanağına göre gecekonduya hiç gitmemişti. Onlar olay yeri inceleme Ekibiydi ve doğrudan karakola gelmişlerdi hem de diğer tutanaklara göre gecekonduda olmaları gereken saatte.

Karakolda bombaları görünce parmak izi incelemesi yapmak istediler, izin verilmedi. Bunu tutanaklarına yazdılar. Arama sırasında olay yerinde video ve fotoğraf çekimi yapılıp yapılmadığını sordular, “evet yaptık” cevabı verildi. Bunu da tutanaklarına yazdılar. Ama aslında yapılmamıştı ve bu cevap verilerek onların gecekonduya gidişi engellenmişti.

Onlar da baktılar ki bir şey yapmalarına izin verilmiyor, 7 dakika 32 saniyelik bir video kaydı yapıp gittiler. Bu kayıt dava dosyasına konulmadı ve tam 23 ay sonra ortaya çıktı. Bu kayıtta yer alan görüntülere göre polisler aralarında, tutanakların olay uyerinde düzenlenmiş gibi gösterilmesi için ne yapılması gerektiğini tartışıyorlar. Ortak kararlar veriyorlar. Küfürler ediyorlar hatta daha adının açıklanmasına 8 ay kala soruşturmanın adını bile biliyorlardı.

Konuşmaların bazıları şöyledir:

-Genelkurmay filan var bunun altında

-O…. çocuğu

– ya bu komtan da ( komtanlar) gerçekten toplumu kutuplara ayırdı ya…

-Şimdi olay tutanağı olay yerinde tutulur.

– Olay yeri tutanağı bilgisayarda yazılır mı?

– Mahkemede deyin olay yerinde tutulan tutanak…

– Hani olay tutanağı filimlerde yapıyorduk ya!

–Yav olay yeri tutanağı bilgisayarda yazılır mı?

-Olay yeri tutanağı diyorum bilgisayarda yazılabilir…

– Hı hı… Bir şey olmaz diyorsun, olur mu?

– O zaman, sen de şey dersin ya…

– Hani adam diyor ki bilgisayarı nerede buldun olay yerinde diyecek sana…

– Olay yeri yazarsak…

– Adam diyecek ki çatıya bilgisayar mı çıkardın?

-Olay yerinde ellen yazılır…

– Biz şahısları buraya getirdikten sonra tutanağa başladık deriz…

– Olmaz yani o diyom, yani adam diyecek ki çatıya bilgisayar mı çıkardın diyecek sana…

– Tamam bu şekilde yazalım…

– Ama şöyle de düşünülür yani orda not şeklinde almış burada yazmış olabilir.

– Yani olay yerinde aldığı notlardan sonra büroda büroda tutanak tutulmuş da olabilir…

– O şekilde, o şekilde…

– Olur, biter yani…

– Hadi karar verin bilgisayarda yazacaksan geç…

– Bilgisayarda yaz ya bi şey olmaz…

– Ya bir adet şey…

– Soruşturma hatası ve..

– Soruşturma Ergenekon olduğu zaman s…kerim hakimi de savcıyı da!

– Ha bunu kime diye bulalım aramada…

Bu kayıtlar sadece düzmece tutanakların değil bir tertibin de kanıtıydı. Bu CD aynı zamanda bir kırılma noktasıydı, o kadar büyük bir travmaya neden olmuştu ki, sonradan yapılan aramalardan birinde bir polis diğerine, kameranın ses kaydını kapatmasını şu sözlerle anlatıyordu: “kameranın sesini kapattın değil mi? Eşeği sağlam kazığa bağlayalım da…” Çünkü kaçan eşek problem oluyordu.

CD’ye cevap verme telaşı hem bu mahkeme salonunda hem de Emniyette yaşanıyordu. Savcılar önce, “biz duymadık…” dediler. Ben de tekrar dinletmek istedim. Mahkeme Başkanı tutanaklara geçen tarihi bir cümleyle buna gerek olmadığını söyledi: “İkinci kez değil beşinci kez de dinletseniz duymayana duyuramazsınız…”

Kuşkusuz bu cümleyi kurarken kendi mesai arkadaşları tarafından telefonlarının dinlenmesine karar verileceğini, hatta bir gün neredeyse sanık yerine konulacağını bilemezdi…

Savcıların da bu cümleden duyduğu rahatsızlığı mütalaanın sayfalarında görüyoruz:

“Oktay Yıldırım’ın, Mahkeme başkanım o tarihte duruşmada olmadığından bahisle, söz konusu kaydın tekrar duruşma salonunda dinlenmesini talebine dair Mahkeme başkanım Oktay Yıldırım’ın ısrarlı talebi üzerine, söz konusu kayıt daha önce duruşma salonunda dinlenmiş ise tekrar dinlenmeyeceğini belirttikten sonra söylediği “Yani ikinci kez dinletseniz beşinci kez dinletseniz duymayan insana onu duyurcımazsınız. ” sözü, bazı sanıklar tarafından Cumhuriyet savcıları aleyhine yorumlanarak duruşmalarda defalarca gündeme getirilmiştir. (Örnek olarak. Oktay Yıldırım, 13.11.2009 tarihli 123, 26.1.2010 tarihli 131, 26-27.3.2010 tarihli 141, 21.5.2010 tarihli 148, Mehmet Demirtaş, Dl-(2008- 209) 29.5.2009 tarihli 93, 5.6.2009 tarihli 97, 25.8.2009 tarihli 106, 2.10.2009 tarihli 113,

21.5.2010 tarihli 148, 28.1.2011 tarihli 173.duruşmalar.)”[7]

Bu CD’ye bir cevap da basın üzerinden, Vatan gazetesinin 14 Mayıs 2009 günlü sayısında üst düzey bir Emniyet yetkilisi tarafından verildi. Biz daha önce demiştik ki, bu kasette “soruşturma Ergenekon olunca s..kerim hakimi de savcısını da…” denilmesi tertibin kanıtıdır, çünkü o saatte ortada Ergenekon diye bir soruşturma olmadığı gibi daha ben bile gözaltında değildim. Polis yetkilisi can havliyle buna cevap veriyordu:

“Soruşturmaya Ümraniye’de bombaların ele geçirilmesinden çok önce, Mayıs 2006’daki Cumhuriyet ve Danıştay saldırılarının ardından Ergenekon adı verildi. Ayrıca bizim savcılığa gönderdiğimiz CD’de konuşmalar yoktu. Bu kaydın nereden elde edildiğini araştırıyoruz…”

Bu şaşırtıcı değildi. Danıştay saldırısının yapıldığı günlerde yandaş basına hâkim olan bir propagandaydı bu… O kadar ki, Alparslan Arslan’ı azmettirmek suçlamasıyla tutuklanan Şeyh Salih Kurter Alparslan Arslan’ın Ergenekon üyesi olduğu hapisteyken, söylenmişti. Şeyh, çok rahatlatmış olmalıydı.

Bu beyanı doğrulayan bir açıklama da Abdullah Gül’ün ağzından İsmet Berkan’ın 24 Ocak 2008 günlü yazısına yansımıştı. Abdullah Gül konuştuğu bir grup gazeteciye, hem de daha Ümraniye baskınının yaşandığı günlerde,

“Milliyetçi söylemin kullanılarak iktidardaki hükümetin gayri milli ilan edilmeye çalışıldığını, böylelikle 27 Mayıs’a giden yolun açılarak iktidarın kanlı da olabilecek bir şekilde devrilmesini meşru gösterebilmek için, polisin tespitine göre Cumhuriyet gazetesi ve Danıştay baskınının yapıldığını. Bu teşhisin daha ilk gün konulduğunu” söylüyordu.

Daha ortada ne örgüt suçlaması, ne darbe planı iddiası, ne de Ankara’da yürümekte olan Danıştay davası ile bir bağlantı vardı. Osman Yıldırım bu tarihten çok kısa bir süre sonra 6 Şubat 2008’de Ataşehir toplantısından ve Ergenekon bağlantısından söz edecekti. Ama polis hep olduğu gibi önceden tespitini yapmış, Abdullah Gül’e söylemiş, o da basının bu konuda kamuoyu yaratması için önemli gördüğü kalemleri bilgilendiriyordu. Bağlantılar nasıl olsa kurulacak, deliller nasıl olsa bulunacak ve Abdullah Gül nasıl olsa “ben dememiş miydim” diyecekti.

Zaten bütün soruşturma boyunca savcılığın, Alparslan Arslan’ı tanıyan tanıklara en sık sorduğu sorular, Alparslan’ın içki içip içmediği, dindar olup olmadığı, Aydınlık dergisi okuyup okumadığıyla ilgiliydi. Yani süreç de Vatan gazetesine açıklama yapan polis yetkilisinin beyanları ile örtüşüyordu.

Hükümetin ve yandaş medyanın da en büyük sorunu, Alparslan Arslan’ın bu cinayeti tamamen dini inançları doğrultusunda işlemiş olduğu gerçeğiydi. Bu değişmeliydi ve işte Ergenekon bunu yapacaktı. Polis yetkilisinin dediği gibi soruşturmaya Ergenekon adının daha önce verilmesinin nedeni de buydu, savcılığın Alparslan Arslan’ın namazıyla niyazıyla ilgili sorularının ya da uyduruk gizli tanık ifadelerinin nedeni de buydu.

Polis yetkilisinin, o CD’de konuşmalar yoktu, bu kaydın nereden elde edildiğini araştırıyoruz…”demesi de derhal bu mahkeme salonunda etkisini gösterdi. Savcılık, daha önce duymadıklarını söyledikleri ses kayıtlarının, “Oktay Yıldırım tarafından eklenmiş olabileceğini, bunun da cezaevi koşullarında yapılmasının zor olduğu için yardım almış olabileceğini” söyledi. Bu nedenle de “cezaevindeki bilgisayarların incelenmesi ve görevlilerin ifadelerinin alınması” gibi, mahkeme başkanının bile sabrını zorlayan bir talepte bulundu.

Olabilir miydi? O konuşmaları da ben koymuş olabilir miydim? … Manavda hıyar ve lahana kasalarının arasında gizli örgüt toplantısı yapan bunu niye yapamasın değil mi? Mantık buydu….

O nedenle bunu televizyonculara sorduk, “Bir görüntü kaydındaki dip sesler silinebilir ya da değiştirilebilir mi?” diye… “İmkânsız” dediler.

İlk çözümlemesini avukatlar aracılığıyla dışarıda, profesyonel stüdyolarda yaptırdık. Ardından CD’yi önce mahkeme aracılığıyla Adli Tıp Kurumu’na gönderdik. 3 ay sonra geri geldi. Adli Tıp CD’nin yanlış ambalajlandığını söylüyordu. Usüle göre delil torbası içinde ve mühürlü gönderilmeliydi. Örnek alınacak bir usül hassasiyetiydi, keşke polis ve mahkeme de bu şekilde hassas olsaydı. Ambalaj düzeltildi, tekrar gönderildi. 1 ay sonra tekrar geri geldi. “Bizim bunu inceleyecek bir birimimiz yok” dediler. İlk defasında ambalaja takılıp bunu unutmuş olacaklar…

TÜBİTAK’a gitti 9 ay sürdü, Jandarma ve Polis Kriminal’e gitti. Sonunda elimize bazı ses çözümlemeleri ulaştı. TÜBİTAK’a seslerin ayrıştırılması için bu CD gönderildiğinde, “şu bölümü ayrı inceleyin” diye bir talepte bulunulmamıştı, gayri resmi yollardan bir telefon görüşmesi yapıldı mı bilmiyorum ama TÜBİTAK, sanki mahkemeyi her gün takip eden bir savcı, hâkim ya da avukat gibi bu mahkemede en çok tartışmaya neden olan CD’deki bir cümleye özel önem vermiş ve onu bütünden ayırarak ayrıca çözmüştü.

O cümle: “soruşturma Ergenekon olunca s…kerim hâkimini de savcısını da…” cümlesiydi. TÜBİTAK’a göre ise cümle şöyleydi: “Hiçbir mazereti olan oluyorsa s…kerim hâkimini de savcısını da…” Hakim ve savcılara küfredilen bölüm kurtarılamıyordu ama en azından Ergenekon kelimesine bir mazeret uyduruluyordu.

Bu cümleyi, üstelik de TÜBİTAK’ın ses kaydından dinleyince bile Ergenekon kelimesi açıkça duyulmasına rağmen, TÜBİTAK’ın bunu duymamış olmasını nasıl açıklayalım? Kendi kulaklarımıza ihanet edip, sırf orası TÜBİTAK diye ona mı inanalım?

TUTANAKTAKİ BOMBALARIN NUMARALARI FARKLI

Keşke savunma yapmaya hak verilse de daha ayrıntılı anlatabilsek burada şemalarla anlattık, hem polislerin kendi tutanakları arasında, hem de askeri heyetin düzenlediği tutanak ile polis tutanakları arasında büyük farklılıklar var. Bu farklılıkları mahkemede anlattıktan çok sonra bilirkişi incelemesi yapıldı ve bize cevap verildi.

Bazılarının “yanlışlıkla”, bazılarının “silik olduğu için”, bazılarının da” olay yerinde okunabildiği kadar” yazıldığı için farklı olduğunu beyan ettiler. Yani bu davanın klasik cevabıydı: “sehven.”

Doğruları mikroskop ve mercekle inceleyince yazmışlardı.

Ama gelin görün ki onlarda da farklılıklar vardı.

Biz, bu bombaları Emniyet Müdürlüğü’nde gören askeri heyete sorduk, “bütün numaraların çok net okunduğunu, hiç de öyle silik falan olmadığını ve kendilerinin de doğru yazdıklarını söylediler.

Tutanaklar zaten olay yerinde değil, karakolun aydınlık odasında yazılmıştı, yani olay yeri koşulları da durumu açıklamak için yeterli değildi.

Üstelik bu “Bilirkişi” yaptığı incelemeye askeri heyetin tutanağını dahil bile etmedi.

Askeri heyetin gördüğü bombalar arasındaki 6 kafile numarası polisin tutanaklarında yoktu. Bunlar eksik numaralar da değildi, hepsi tamdı.

Bu numaralarla sınırlı da değil.

10 Şubat 2009 günlü 51. celsede mübaşir ile birlikte mahkeme kaleminden alıp heyetin huzurunda yine buradaki memur yardımıyla saydığımız bomba fotoğraflarındaki gövde ve maşa sayıları da tutanaklardakinden farklıydı.

Tesadüf müdür? Hem ihbarcı gördüğü C-4 kalıbını askeri mahkemeye tarif ediyor, hem de askeri heyetin üyeleri, orada kendilerine gösterilen bombaların haricinde “C-4 kalıpları ve fünyeler de vardı” diyor.

O ortadan kaybolan farklı numaralı bombaların, mesela Gölbaşı’nda bulunduğu iddia edilen numarası silinmiş bombalar olmadığının, ya da C-4 kalıpları ve fünyelerin söz gelimi Zir Vadisinde bulunmadığının kanıtı nedir?

Çünkü bu bombaların bulunduğu iddia edilen aramanın tek kare fotoğrafı, video kaydı ya da tanığı yok. Bu tutanaklara imza atan polisler arasında, aramanın yapıldığı gün izinli olan bile vardı.

CUMHURİYETE ATILAN BOMBANIN NUMARASI

Bakın Cumhuriyet gazetesine atılan bombanın numarası 173-9-85, Ümraniye’de bulunduğu iddia edilen ise, 169-5-85… savcı buna dayanarak, “öyle ise Cumhuriyet gazetesine atılan da buradan çıktı” diyor. Cumhuriyet gazetesine atılan bomba ile numara benzerliği üzerinden irtibat kurmaya çalışan savcılık, iddianamesine yazdığı diğer 14 olayla neden irtibat kurmuyor?

Bakın birinci Ergenekon iddianamesinin 519. sayfasında bu olaylar anlatılıyor:

“Fünye grubunda MKE MOD 45, KF MKE -1-25 10-92 yazılı fünye grubunun 25.03.1999 tarihinde Hizbullah terör örgütüne yönelik yapılan operasyonda ele geçirilen 6 adet el bombasından bir tanesinin fünye grubunun aynı olduğu…”

Fünye grubunda MKE MOD 45, KF MKE 1-25 10-92 yazılı olan bu bombanın 26.05.1999 tarihinde Trabzon ili Of ilçesi Solaklı Mahallesi Atatürk Bulvarı Yeni Han Pasajı No:59 sayılı büroya Nicu PORTASE isimli şahıs tarafından el bombası atılmış, 1 kişi ölmüş ve 3 kişi yaralanmış olup, olay yerinde ele geçirilen bomba fünye maşası üzerinde grubunda MKE MOD 45, KF MKE -1-25 10-92 yazılı ve numaralarının aynı olduğu,

Fünye grubunda “HGRZ DM 72 LOS FMP-22” ve gövde kısmında “HGR DM 41 SPLITTRE COMP-B LOS FMP-22”yazılı olan bu bombanın 09.05.2005 tarihinde KIRIKKALE KESKİN İLÇESİ Serkan ŞAHİNLİ VE ABDURRAHMAN DAĞ isimli sahıstan 2 adet savunma tipi elbombası alınmış 1 tanesinin Fünye grubunda “HGRZ DM 72 LOS FMP-22” ve gövde kısmında “HGR DM 41 SPLITTRE COMP-B LOS FMP-22”yazılı numaralarının aynı olduğu, anlaşılmıştır.

Fünye grubunda M 204 A2 MKE 169-5-85 yazılı olan bomba ile alakalı olarak 10.05.2006 tarihinde İstanbul ili Şişli ilçesi Prf. Nurettin Ökten sok. No:2 sayılı yerde faaliyet gösteren Cumhuriyet Gazetesine atılan patlamış savunma tipi el bombası fünye grubunda M 204 A2 MKE 173-9-85 ibarelerinin yazdığı,

Fünye grubunda M 204 A2 MKE 152-6-83 yazılı olan el bombası ile alakalı olarak 02.10.2006 tarihinde İzmir Alsancak 2. Kordon No:272 sayılı yerde bulunan Alsancak isimli kahveye 2 adet el bombası atılmış, patlama sonucu 1 kişi ölmüş, 12 kişi yaralanmış, Erdinç UTAŞ isimli şahıs tutuklanmış, el bombalarından bir tanesinin üzerinde M 204 A2 MKE 151-6-83 yazılı olduğu,

Fünye grubunda MKE MOD KF 45 MKE 1-25 10-92 yazılı olan bomba ile alakalı 11.12.2006 tarihinde Iğdır ili Cumhuriyet Mah. Sobacılar Cad. Kapan Sok. No:9 sayılı yerde bulunan Doğu Otelin kazan dairesinde patlamamış bir adet MKE savunma tipi el bombası bulunmuş, olayla ilgili olarak İzzet ÇAĞALA ve Ayhan YILDIRIM isimli kişilerin tutuklandığı, el bombası fünye grubunda MKE MOD KF 45 MKE 1-25 10-92 yazdığı, bunun dışındaki 8 adet el bombasının çeşitli tarihlerde çeşitli yerde bulunan el bombalarının fünye grubu ile aynı numara veya aynı kafileden olduklarının belirtildiği…”

Bir de basına yansıyanlar var:

İzmir ili, Urla ilçesinde 10 el bombası bulundu, tarih: 26 Şubat 1999. Bulunan bombaların bazılarının kafile numarası: HGR Z DM72 LOS FMP-16, yani Ümraniye’de bulunduğu iddia edilenlerin bazılarıyla aynı kafileden…

30 Aralık 2000’de, İzmir-Karşıyaka’da Ali Özgüleç isimli şahısta yapılan üst araması sırasında 1 adet el bombası bulundu. Bulunan el bombasının kafile numarası: HGR Z DM72 LOS FMP–16. Yani Ümraniye’de bulunduğu iddia edilenlerle aynı kafileden.

18 Mart 1999’da Şırnak’ta Hizbullah terör örgütünün İlim kanadına yönelik olarak yapılan operasyonda 6 el bombası bulundu. İhsan Tekin, İsmail Tekin ve Hacı Demir isimli şahıslar gözaltına alındılar. Sanıklar yargılama sonunda 1670 TL para cezasına çarptırıldılar. Bulunan el bombalarının kafile numarası: MKE MOD 45 KF MKE 1–23 10–92. Yani Ümraniye’de bulunduğu iddia edilenlerle aynı kafileden.

23 Aralık 2008’de Milliyet, Vatan ve Yeni Şafak gazetelerine yansıyan bir habere göre, Trabzon’da bir evde yapılan aramada 9 adet el bombası, 1 Kaleşnikof, çeşitli tabancalar ve çok sayıda mermi bulundu. Yakalanan şüpheliler, bombaları özel harekâtçı polis memuru Selahattin Ş.’den satın aldıklarını söyleyince o da yakalandı. Bulunan el bombaları yabancı menşeiliydi ve medya tarafından “Ergenekon ile aynı kafileden” haberleri yapıldı. Bunun üzerine büyük bir hızla, hemen ertesi gün Vali tarafından açıklama yapıldı: “terör suçlaması yok. Ergenekon ile ilgisi yok. Zanlılar organize suç çeteleriyle ilişkili ve kaçakçılık suçlaması var.”

Milliyet gazetesinin 20 Mart 2011 günlü haberine göre, “Ankara’da polisin dur ihtarına uymayarak kaçan şahıs yakalandı. Üzerinden 1 adet evinden de 16 adet el bombası çıktı.” Bu olay hakkında da basında bombaların Ergenekon’dakilerle aynı kafileden oldukları haberleri üzerine derhal açıklama yapıldı: ”herhangi bir terör örgütüyle alakası yok…” Daha önce basına sızdırılan ve çarşaf çarşaf yayınlanan kafile numaraları da basından özenle gizlendi.

Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. İddianamede bunların ilginç benzerlikler olduğunu yazmışsınız üstelik neden irtibat kurmuyorsunuz? Ya da bu olayların failleri neden bu işin içinde olmasın?

Kendime yeni suçlamalar yaratmaya çalışmıyorum, sadece savcılığın suçlama mantığını anlamaya çalışıyorum. Madem numara benzerlikleri irtibat kurmak için yetiyor, o halde neden sadece Cumhuriyet gazetesi eylemi ile bağlantı kuruluyor? Cumhuriyet gazetesi saldırısının ne özelliği var. Üstelik bu saydığım olaylardaki numaralar Cumhuriyet gazetesinden daha fazla benzerlik taşıyor. Cumhuriyet gazetesi olayında kafile numaralarının sadece son iki rakamı bağlantı kurmak için yeterli sayılırken sayılan olaylardaki numaralar bütünüyle aynı…

Bir de bombaları kimin verdiği konusu var. Şimdiye kadar ki, süre boyunca bombaları vermekle suçlanan bendim. Hatta Gizli Tanık-9 ifadesine göre “bizzat Oktay Yıldırım vermişti.” Şimdi ne oldu da işin içine Fikret Emek dahil edildi? Savcı mütalaasının 423.’ncü sayfasına bombaların birini benim ikisini de sayın Fikret Emek’in verdiğini yazmış.

Neden ben değil de o veriyor? Bunun açıklaması nedir?

Bana izafe edilen bombaların sayısı mı yeterli değil, kalitelerinde mi bir sorun var? Neden? Ne oluyor da bu bombaların ikisini Fikret Emek veriyor? Yani savcının mantığını anlamaya çalışıyorum, ben bu bombaların üçünü de veremez miymişim? Var mı bu soruların cevabı? Bir savcı mütalaasına bir şey yazarken onun mantık dayanaklarını ve kanıtlarını da yazar. Bu şekilde bir mütalaaya karşı nasıl savunma yapılabilir?

Hem sonra Fikret Emek’in bu sözde toplantılarda olduğu neden bu zamana kadarki gizli tanık ifadelerinde anlatılmadı?

Hukuk normatif bir disiplindir, mantığa dayanmayan bir iddia ayakta kalamaz, ama bu mütalaayı yazmanın gerekçesi mantık değil de nasıl olsa sorgulanamayacağına olan inanç ise bu durumda savunma yapabilmek imkansız demektir…

PARMAK İZİNDEKİ PARMAK İZLERİ

Hakim önüne 16 Haziran günü çıkarıldım. Hakim aynı hakimdi. Hakim önünde toplam kalış süremiz 5 dakikayı geçmez, tutuklama kararı ise 2 dakika bile sürmedi. O kadar ki, hâkim bana el bombalarını sormadı, karar vermek için dışarı çıkarıyordu, o sırada avukatım merhum Ahmet Ülger hâkime, “efendim bombaları sormadınız” diye hatırlattı. Bunun üzerine tekrar içeriye döndük ve son soru olarak soruldu. Mahkeme tutanağına bakılırsa, ilk önce sorulması gereken sorunun tutanağın en sonunda yer aldığı görülecektir.

Hâkim beni kuvvetli suç şüphesini gösteren delillerin varlığı gerekçesiyle tutukladı. Daha önce olmayan dosyalara varmış gibi karar veren hâkim, acaba bu kez delillerle ilgili bir şey görmüş müydü?

Hâkimin tutuklama kararına neden olan kuvvetli suç şüphesinin kaynağı parmak izi. Parmak izim bulunmuş bombaların üzerinde ve buna dayanarak, 16 Haziran 2007’de tutuklanmışım. Peki, Parmak İzi Ekspertiz Raporunun tarihini biliyor musunuz: 18 Haziran 2007. Üzerinde parmak izi incelemesi yapılan deliller halen daha laboratuardayken, yani savcılığa teslim edilmemişken, savcılık elinde olmayan deliller ve henüz çıkmamış olan kesin rapora dayanarak mahkemeden tutuklama talep etti. O mahkeme de elbette daha önce olduğu gibi henüz çıkmamış olan ama nasılsa çıkacağından emin olduğu Parmak İzi Ekspertiz Raporundaki, henüz okumadığı bulgulara dayanarak tutuklama kararı vermişti.

Tekrar ediyorum bu karar verildiğinde deliller hala laboratuarda polisin elindedir, savcılığa teslim edilmemiş, mahkemeye gösterilmemiştir. Mahkeme işte bunlar üzerine karar vermiştir. Ve bu dava kapsamındaki neredeyse her olayda benzerleriyle karşılaşıldığı gibi polisin ilk incelediği materyal kendisine verilenler arasında 11. Sırada olandır. Bir nokta atışı yapılmıştır. Zaten incelemeye gönderilen toplam 12 materyal vardır ve polisin beyanına göre bunların 11.’nci sırasında olanı ilk gün incelenip benim parmak izim bulunmuştur. Geriye kalanları incelemesi ise toplam 5 gün sürdü. Nasıl bir öngörüyse artık, bunların 11.’ncisinde kesin parmak izi vardır diye düşünmüş olmalılar.

Bizim savunmamız sırasında bu 18 Haziran tarihli Ekspertiz Raporunun haricinde, bu rapora atıf yapan iki farklı yazı daha vardı. Bu yazılar tarihsizdi. Birinde 3 parmak izi diğerinde 1 parmak izi bulunduğu yazılıydı. Daha sonra bu yazışmalardan birinin tarih bölümüne el yazısıyla 14 Haziran yazılarak mahkemeye gönderildi. Ama bunların hepsi 18 Haziran tarihli rapordaki aynı evrak numarasını taşıyordu. Yani atıf yaptıkları kaynak 18 Haziran tarihli rapordu…

Gelelim bu parmak izinin nasıl bulunduğu meselesine… Hiçbir iddiada bulunmadan sadece olguları sıralayacağım

1.Olay Yeri İnceleme Ekibi karakoldaki bombalar üzerinde parmak izi incelemesi yapmak istedi ama izin verilmedi.

2.Olay yerinde hiçbir inceleme yapılmadı, bunun yapılıp yapılmadığını soran olay yeri inceleme ekibine “yapıldı” bilgisi verilerek yanlış yönlendirildi ve olay yerine gitmesi engellendi.

3.Arama tiyatrosundan sonra polisler yanlarına sadece ihbarcıyı alarak iki kez gecekonduya gittiler. Savcılığın bu yöndeki talebine rağmen diğer tutukluları ve olay yeri inceleme ekibini yanlarına almadılar. Ne yaptıkları bilinmiyor. Olay yerindeki sakıncalı izler mi yok edildi? Bilinmiyor.

4.Üstelik savcılık da verdiği talimata göre olay yerine götürülmesi gereken diğer sanıkların neden götürülmediğini hiç sormadı. Neden? Orada diğer sanıkların görmesi istenmeyen ne işlem yapıldı?

5.Bu sıra dışı talebe diğer davalarda rastlanmadı. Hiçbir aramadan sonra polisler tekrar olay yerine gitmedi ya da savcılıklar bu türde bir talepte bulunmadı. Bu olayı farklı kılan neydi ki böyle bir talep ve taleple uyuşmayan bir işlem yapıldı? Bu işlem sırasında Ali Yiğit yan taraftaki büfede oturmuş yemek yiyordu, polisler ise gecekondudaydı. Burada sorgusunda anlattı.

6.Bombalar üzerinde hiçbir zaman parmak izi incelemesi yapılmadı. Neden? Oysa örneğin Cumhuriyet gazetesi olayında, pimi çekilip patlamayan bombaya bile bu işlem yapılmıştı.

7.Parmak izi incelemesi yapıldığı söylenen malzemeler, mahkemenin el koyma kararında yazılı değil ve bunlarla ilgili geçici el koyma kararı da yok. Bu malzeme sadece 18 Haziran tarihli ekspertiz raporunda ve düzmece olay tutanağında yazılı.

8.Arama tarihinden kısa bir süre önce, bir ifadesine göre 10 gün, bir başkasına göre 1 ay, bir başka ifadesine göre ise 3 ay önce bombaların yanında duran bantlı kutuyu eline alıp salladığını söyleyen Ali Yiğit’in parmak izi o bantın üzerinde çıkmamıştır da arama tarihinden 3 yıl önce dokunduğu iddia edilen benim parmak izim nasıl bulunmuştur?

9.İddianamede de parmak izimin nerede bulunduğu belli değil.

İddianamenin 421. sayfasında sandıkta; 1 adet kasa üzerinde yapışık mühimmat istif kartı tabir edilen kağıt, 18 adet MKE yapımı el bombası, 18 adet el bombasına ait fünye, 7 adet DM41 NATO standardı el bombası, 2 adet Alman yapımı el bombası bulunduğu yazılmış ve ele geçen sandık içerisindeki malzemeler üzerinde yapılan incelemede parmak izi bulunduğu yazmaktadır. Oysa burada yazılı malzemelerin hiç biri üzerinde parmak izi incelemesi yapılmamıştır. Ekspertiz raporunda da bu malzemeler yoktur.

· İddianamenin 446. Sayfasında; "… Cumhuriyet Gazetesinin İstanbul’daki binasına atılan el bombasının, şüpheli Oktay YILDIRIM’ın kasasında parmak izlerinin bulunduğu Ümraniye ilçesinde ele geçen kasa içerisindeki el bombaları ile aynı kafile numarasından olması…" deniliyor. Oysa bombalar üzerinde inceleme yapılmadığı gibi parmak izi kasada da bulunmadı.

İddianamenin 421. sayfasında sandıkta; 1 adet kasa üzerinde yapışık mühimmat istif kartı tabir edilen kağıt, 18 adet MKE yapımı el bombası, 18 adet el bombasına ait fünye, 7 adet DM41 NATO standardı el bombası, 2 adet Alman yapımı el bombası bulunduğu yazılmış ve ele geçen sandık içerisindeki malzemeler üzerinde yapılan incelemede parmak izi bulunduğu yazmaktadır. Oysa burada yazılı malzemelerin hiç biri üzerinde parmak izi incelemesi yapılmamıştır. Ekspertiz raporunda da bu malzemeler yoktur.

·İddianamenin 446. Sayfasında; "… Cumhuriyet Gazetesinin İstanbul’daki binasına atılan el bombasının, şüpheli Oktay YILDIRIM’ın kasasında parmak izlerinin bulunduğu Ümraniye ilçesinde ele geçen kasa içerisindeki el bombaları ile aynı kafile numarasından olması…" deniliyor. Oysa bombalar üzerinde inceleme yapılmadığı gibi parmak izi kasada da bulunmadı.

·İddianamenin 534.’ncü sayfasında; ele geçirilen bombalarda parmak izinin bulunması…" deniliyor. Oysa dediğim gibi bombalar üzerinde parmak izi incelemesi yapılmadı, yapmak isteyen ekibe de engel olundu.

·Ama 2500 sayfadan fazla olan ve her ayrıntının yazılı olduğu iddianamede tek satır olsun, “yapışkan bant yüzeyinden” söz edilmiyordu. Ne garip değil mi?

İşte bu da o parmak izinin hikayesidir.

YASA DIŞI İMHA KARARLARI

Savcılığın ilk icraatı bir imha kararı çıkarmaktır. Bu karar 13 Haziran 2007 tarihlidir. Şu gerçeği hemen ortaya koyalım ki, bu karar yasa ve hukuk dışıdır. Çünkü mevzuatımızda bir soruşturmanın delillerinin imha edilmesini düzenleyen bir madde yoktur. Aksine yasalarımız, bütün delillerin bütünlüğünün korunmasını ve mahkeme önünde tartışılmasını şart koşar. Bu delillerin, bomba dahi olsa nasıl saklanacağını, hangi durumlarda imha edileceğini ayrıntılarıyla tarif eder.

Bu kararı veren İstanbul 10. ACM’nin üye hâkimi Ahmet Civelek’tir. Peki, kanunda böyle bir düzenleme yoksa Ahmet Bey bu imha kararını neye göre verecekti? Elbette canının çektiğine göre bir madde yakıştıracaktı oraya. O da bula bula CMK 137. maddeyi bulmuştu. Bu madde işe yaramayan kâğıtları yırtma maddesidir. Bir de bilgisayar tuşuna basılabiliyor hepsi bu… Bu madde kaydedilen telefon dinlemelerinin yok edilmesini düzenliyor. Onun da koşulu bu dinlemelerin her hangi bir suçun kanıtı olmaması. Eğer suç unsuru yoksa telefon kayıtlarının silinmesi…

Yapılan işlem ne peki? Bir soruşturmanın en önemli delili sayılan sözde bombaların saniyeli fitillerle patlatılması. Madde “telefon dinlemeleri” diyor, burada bomba var, madde “eğer delil değilse” diyor bunlar en önemli delil.

Buraya kadar anlattıklarım bu yasadışı kararın neden alelacele verildiğini kuşkusuz açıklamaktadır. Ancak burada önemli olan bir hâkimin, böyle bir kararı verebilecek kadar kanunu umursamaz davranabilmesidir. En önemlisi bu mahkeme kararının benim avukatlarım dâhil herkesten gizlenmesidir. Kararın verildiği tarihte, yani 13 Haziran 2007’de bu gizlemeye neden olabilecek bir kısıtlama kararı da yoktur. Bu kararın mutlaka sanık tarafına tebliğ edilmesi ve onların da 7 gün içerisinde yasal itiraz haklarını kullanması kanuni zorunluluk olduğu halde bu da yapılmamıştır.

Ümraniye’den önceki ve sonraki hiçbir olayda bu tip bir uygulama yapılmamıştır. Bütün kanıtlar, Suç Eşyası Yönetmeliği’ne uygun olarak askeri depolarda saklanmıştır.

Buraya bir virgül koyup birkaç yıl ileriye gidelim. Biz bu yasa tanımaz kararı, haklı olarak şikâyet ettik. Yıllar sonra tabii… Bizim şikâyetimiz değerlendirildiğinde HSYK’nın yapısı değiştirilmiş, yeni devlet düzenine uygun bir hale getirilmişti. Ve o HSYK ne dedi biliyor musunuz: “bu karar sehven verilmiştir. Ama hâkim takdir hakkını kullanmıştır.”

Böyle bir karara açıklama bulmak elbette zor. Ve “sehven” bu davada yasadışı uygulamaların sığınağı durumunda olduğu için HSYK’nın ne kadar müşkül bir durumda olduğunu da anlayabiliyorum. Ama bari bir mantık kırıntısına dayansaydı. Heyhat o da yoktu…

Bir karar nasıl olurda hem sehven verilmiş, hem de doğru olabilirdi?

Kararın doğruluğuna ilişkin ileri sürdükleri örnek maddeler ise işi daha da komik hale getirmişti. CMK 259. maddesini, yani “suç konusu olmayan eşyanın müsaderesini” ve CMK 256/1 maddesindeki “kamu davası açılmamış ya da kamu davası açıldığı halde esasla birlikte karar verilmeyen hallerde eşyanın müsaderesini” düzenleyen kanunları örnekleyerek hâkimin takdir hakkını savunuyorlardı. Dikkat edilsin lütfen, “suç konusu olmayan eşyanın müsaderesi” maddesi olsa olurdu diyor HSYK…

Kurduğu cümle şuydu:

“İstanbul C. Başsavcılığı’na devredilen suça konu patlayıcı madde ve ateşli silah niteliğindeki el bombalarının cins, tür, marka, model, numara ve çap gibi benzerlerinden ayırmaya yeterli bütün nitelikleri ve değerleriyle, kullanılmaya elverişli olup olmadıkları, soruşturma sırasında C. Savcısı tarafından Bilirkişi marifetiyle belirlenmesi ve ekspertiz raporlarının düzenlenmesi, ayrıca hangi suçtan dolayı kimden ve nereden, ne suretle el konulduğunun tespit edilmesi, şüpheli Oktay Yıldırım’a iadesinin mümkün olmaması sebebiyle artık muhafazasında yarar görülmediği gibi bulundurulmasının tehlike arz etmesinden dolayı mahkemece haklarında bir karar verilmesinin talep edilmesi üzerine, İst. 10. ACM hakimi Ahmet Civelek tarafından verilen 13. 06.2007 tarih ve 2007/619 D.İş sayılı kararın yukarıda belirtilen mevzuata uygun olduğu ve hakimin takdir hakkı kapsamında kaldığı saptanmış, imha için belirtilen yasa maddesinin maddi yazım hatası sonucu karara yazıldığı kanaatine varılmıştır…”

Burada yapılan saptamalar gerçek dışıdır ve dava dosyasındaki belgelere de aykırıdır. Ayrıntılarıyla yazdığımız inceleme ve araştırmaların hiçbirisi yapılmadan bu karar verilmiş olup, imha işlemi nedeniyle bu incelemeler daha sonra da yapılamamıştır. (Mesela, kullanılmaya elverişli olup olmadıkları, hatta çalışıp çalışmadığının dahi kontrol edilmediği imha işlemini yapan polis memuru Olcay Güngör tarafından 3. Kolordu Askeri Mahkemesi’nde görülen 2011/565 esas sayılı davanın 28/06/2011 günlü duruşmasında beyan edilmiştir.)

Karar, 13 Haziran 2007’de el koyma ile birlikte verilen peşin bir imha kararıdır. Hâkimin, bir mahkemede tartışılmamış, henüz üzerinde hiçbir inceleme yapılmamış, kime ait olduğu konusunda o saatte en ufak bir bilgi olmayan, kendisinin ve hatta savcının bile görmediği bir kanıtı imha etmek için takdir hakkı olabilir mi? Uygar toplumların uyguladığı bir hukuk sistemi bu şekildeki bir uygulamayı kabul edemez. Belirtilen yasa maddesinin mahkeme kararına maddi yazım hatası nedeniyle yazıldığına kanaat getirilmesi ise şu soruyu ortaya çıkarmaktadır: Doğrusu ne olmalıydı?

Evet, henüz hakkında hiçbir inceleme yapılmamış bir delilin yok edilmesi hangi kanun maddesi ile sağlanabilirdi?

HSYK’nın görevi, yapılan hukuka ve en basit mantığa bile aykırı bir işleme gerekçe aramak değildir. Kaldı ki, yargılandığım dava kapsamında imha edilmiş başka bir delil örneği yoktur. Yapılan işlem her bakımdan hukuk ve yasadışı olduğu gibi ileri sürülen gerekçeler de gerçeğe ve dava dosyasındaki belgelere aykırıdır.

Kararın hukuksuzluğu da HSYK’nın bu karara kılıf uydurma çabasıyla “sehven” limanına sığınması da tartışmasız olarak ortadadır.

Kaldı ki, bu imha işlemini yapmak için ileri sürülen “depolama tehlikesi” kesinlikle doğru değildir. Doğru olsaydı dava kapsamındaki diğer bombalara da aynı işlem uygulanırdı. Burada el bombalarının fünyeleri çıkarıldıktan sonra asla patlamayacağını defalarca anlattık. Bu soruyu bilirkişiye de sorduk ama ne hikmetse cevap vermedi. Çünkü yapılan işlem açıkça delilleri ortadan kaldırma işlemiydi, nasıl olay yerine kimse sokulmadı, en ufak bir video ve fotoğraf çekimi yapılmadıysa, nasıl karanlıkta bırakıldıysa, bulunduğu iddia edilen deliller de aynı şekilde karanlığa gömüldü. Bütün bu kılıfına uydurma çabalarının başka nedeni ve izahı yoktur.

İMHA TİYATROSU

İmha konusunda söylenebilecek pek çok şey var ama buna izin ve vakit vermiyorsunuz. Yapıldığı iddia edilen imha işlemini de tıpkı arama gibi kimseler görmedi, video yada fotoğraf kaydı yok. Jandarma bölgesinde işlem yapıldı, ama jandarma’ya haber verilmedi. İşlemi yaptım diye imza atanlar, gecekondudaki karanlık aramanın ve hiçbir şey anlatılmayan incelemenin aktörleri olan polislerdi.

İmha meselesinin an dikkat çekici yanı imha tarihiydi. Karar alındıktan sonra 12 gün boyunca imha edilmedi. 25 Haziran 2007 günü askeri heyet, Emniyet Müdürlüğü’ne geldi ve bombaları görüp numaralarını yazdı, ama bunların askeri malzeme olup olmadığının anlaşılması için ayrıntılı inceleme yapmaları gerektiğini söylediler.

Ve…

Askerler kışlalarına döndükten hemen sonraki gün apar topar imha işlemi yapıldı. İmha edileceği o askerlere de söylenmedi çünkü onlar 5 Temmuz 2007 günü Emniyet Müdürlüğü’ne yolladıkları yazıda ayrıntılı inceleme talebini tekrar ettiler. Fakat artık çok geçti.

Ve ben bu imha işleminin yapıldığına da inanmıyorum. En azından tutanakta yazıldığı ve daha sonraki yazışmalarda polisin anlatmaya çalıştığı şekilde… Efendim “el bombasının fünyesini kesmiş, toz TNT sıkıştırılmadan patlarmış” gibi saçma sapan iddiaları burada tartışabilmek, anlatabilmek isterdim. Ağaç dalından bir kazığın nasıl olup da bir uzmanın marifetiyle el bombası fünyesi imha işlemine dahil olduğunu burada anlatabilmek isterdim, ama izin vermiyorsunuz. Bilirkişi kendisine sorduğum 39 sorudan 25 tanesine cevap vermekten kaçınmıştır.

O raporu da bombaları da burada tartışmalıydık. Kabul etmiyorsunuz.

Ama sonuçta ortada bir gerçek var ki, bu işlem nedeniyle bombalar yok oldu. Kimseler görmeden…

İmha deyince aklıma geldi, yargılandığım bir de kasatura vardı benim.

O da postada kayboldu!

Kendi kendime sordum, hep benim delillerim mi kaybolur ortadan? Askeri mahkemeye kanıt olarak sunduğumuz kasaturayı huzura gelen bilirkişi inceledi. Bütün savunmalarımızı destekleyen bir açıklama yaptı ve evimden alınan kasatura ile aynı olduğunu, ayırt edilemeyeceğini, birliklerde kaybolan kasaturaların yerine bunların konulmasının sık karşılandığını hatta MKE’nin de aynı yerlerden satın aldığını söyledi.

Sonra askeri savcı “bir de MKE’ye gitmesini istedi. Yolladık. Bir daha geri gelmedi. Ama “bunun numaraları ters taraf basılmış” diye yazan bir rapor geldi. Aynı postanın içinden rapor geldi kasatura kayboldu, biz de bir daha bakamadık, ters tarafında mı, düz tarafında mı?

Evimden alınan ve yıllarca iddianameye ruhsatsız diye yazılan tabancamın ruhsatlı olduğu da anlaşıldı. Tutanaklar için zaten “sehven olmuş dediler.

Yani işin özeti:

Bombalar imha oldu, kasatura yolda kayboldu, tabancanın ruhsatı bulundu, tutanaklar sehven oldu, tutuklulukta da 6 yıl böylece doldu.

BOMBALARIN YOLCULUĞU

Savcılık, mütalaasının 346.’ncı sayfasında, Ali Yiğit’in ifadesine dayanarak bu bombaları Şemdinli’den getirdiğimi yazmış. Askeri Mahkemenin tutanaklarındaki bu konuyla ilgili bölüm pek hoşuna gitmemiş olacak ki, o kısmını atlamış. Askeri mahkemede soruldu, “anlat şu Şemdinli meselesini” denildi. Ali Yiğit, “Ben Şemdinli’den getirdi filan demedim, Mehmet Demirtaş’dan da böyle bir şey duymadım” dedi.

Elbette bu durum Savcı’yı durdurmayacaktı. Bu bombaların kaynaklarını araştırmış ve mütalaasına müthiş buluşunu yazmış. Sayfa 390. bu numaralı bombalardan Şemdinli’de yokmuş ama Yüksekova’da, ya da Hakkari’de varmış. Mesela ben Kilis’te görev yapmışım, bu bombalardan da İslahiye’de, Gaziantep’te varmış. Yakın yani. Şemdinli-Hakkari arası ne kadar ki, gider alırsın.

Hatta daha beteri var. Bu numaralı bombalardan başka nerede bulunmuş biliyor musunuz? Ankara çevre yolunda polisler tarafından zapt edilen askeri cephane nakil kamyonunda. Aynısı değil ama benzerleriymiş, iki numarası benzese yeter. Aynı numaradan on binlerce olduğu MKE tarafından bildirildi ama olsun, savcımız, benzerlik bulacak…

Ben bu kanıtların mahkeme huzuruna getirilip tartışılmasını istiyorum ama mahkemeniz her nedense bunu kabul etmiyor.

Peki, ben bu bombaları nasıl elde etmişim?

Bakın savcılık mütalaanın 370.’nci sayfasında şöyle diyor:

“(..)Oktay Yıldırım ve Fikret Emek’in görevli oldukları dönemde bu tür mühimmatı gizlemek veya sarf göstermek suretiyle karargâh dışına çıkartmış olabilecekleri..”

“Olabilecekleri!” İşte bütün kanıt budur: Olabilme ihtimali…

Hangi kanıta dayanıyor bu suçlama?

Nereden, ne zaman, hangi görevdeyken, sarf gösterme yetkisi olan bir görevimiz olmuş mu?

Bunların cevapları yok. Ama bu soruların araştırıldığı başka bir mahkeme daha vardı. Ben aynı anda iki mahkemede birden yargılandım, üstelik diğer mahkeme hala devam ediyor ama bu tip hukuki engeller sizin mütalaanız için elbette geçerli değil.

Dava buradan tefrik edilip Ümraniye 5. Asliye Ceza mahkemesi 22-12-2008 tarih ve 2008/376-15 sayılı kararında: “bombaları sanığın sivil hayatında elde ettiğine ilişkin herhangi bir delil bulunmadığı”na hükmetti.

Dosya buradan askeri mahkemeye gitti. Askeri mahkeme de tam iki defa, “asker olduğu dönemde bu bombaları elde ettiğine ilişkin bir kanıt olmadığına” karar verdi.

Karşılıklı verilen görevsizlik kararlarıyla aralarda onlarca celse duruşma yapıldı, deliller toplandı, tanıklar dinlendi, tahkikatlar yapıldı. Son olarak askeri mahkemenin verdiği görevsizlik kararı askeri Yargıtay tarafından bozuldu. Yargıtay’ın hukuk dersi gibi bir gerekçesi vardı. Diyordu ki, “Evet görevsizlik kararı verebilirsiniz ama önce yargılamayı tam yapacaksınız. Suçun oluşup oluşmadığını, oluştuysa zamanını ve unsurlarını, delillerin hukuki olup olmadığını, delillerin imha edilmesinin hukuki olup olmadığını değerlendireceksiniz. Bu da yetmez, savunma tarafının, parmak izi konusu ve tutanaklardaki numara tutarsızlıkları ile ilgili öne sürdüğü hususları ve bir tertip kurulduğu konusundaki “kapsamlı ve ayrıntılı” savunmaları değerlendireceksiniz. Ali Yiğit beyanlarının çelişkilerini tespit edip, hem arama yapıp, hem bomba imhası yapan polislerin ifadelerini de alacaksınız. Ancak ondan sonra görevsizlik kararı verebilir ya da yargılama yapabilirsiniz.”

Bu karardan sonra mahkeme tanık polisleri dinledi, Ali Yiğit’i ve babasını dinledi, hatta bu kişilerin telefon irtibatlarını araştırmaya bile karar verdi. Duruşma ertelendi. Bir sonraki duruşma 2 Şubat 2012’de yapılacaktı. Bu arada 5 Ocak 2012’de Genelkurmay Başkanımız ve bazı komutanlar tutuklandı. Bundan sonraki ilk duruşmada mahkeme yazdığı yazı cevaplarının beklenmesinden vazgeçti davayı reddetti.

Kararında:” (…) Polis Kriminal kayıtlarında davaya konu el bombaları ile aynı kafile ve stok numaralı el bombalarının başka olaylarda da kullanıldığının belirtilmesine göre gecekonduda bulunan el bombalarının da diğer olaylarda kullanılan el bombaları gibi farklı şahıslar tarafından TSK bünyesindeki farklı birlik veya kurumlardan çalınmış olabileceği, çalındığı kabul edildiği takdirde hangi tarihte kim tarafından hangi birlikten çıkarıldığının tespit edilemediği,

Oktay Yıldırım’ın emekli olmadan önce bu bombaları askeri birlikten temin ederek söz konusu gecekonduya gizlediğine dair bir delile ulaşılamadığı, (…) bombaların gecekonduya Oktay Yıldırım’ın terhis olduğu 1.4.2005 tarihinden önce veya sonra konduğunun şüpheden uzak bir şekilde ortaya konamadığı” belirtiliyordu.

Aslında bu bir anlamda beraat demekti ama mahkeme beraat kararı veremezdi çünkü davayı reddetti. Gerekçesinin Türkçesi de şuydu: “Bu dava bizden önce 13. ACM’nde açılmış ve hala orada görülüyor, biz başka mahkemede görülen bir davaya bakamayız, davaya 13. ACM baksın…”

Ben elbette Genelkurmay başkanının bile tutuklandığı bir ülkede, bir mahkeme başkanını anlayabilirim, ama bu davanın daha önce Silivri’de açıldığını 5 yıl sonra mı fark etmişlerdi? Bu zamana kadar fark edememişler miydi?

Ki, mahkeme Başkanı’nın bu kararından kısa süre sonra Milli Savuma Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı’na atanmış olmasının eminim kararıyla ya da kararlarıyla bir alakası yoktur.

Ancak şunu belirtmem gerekir ki, orada yargılandığım davada her hukuk devletinde olması gerektiği gibi delillerin hukuki olmadığına, yapılan işlemlerin hukuk dışı olduğuna karar verilmesi kaçınılmazdı ve hu kararı vermek elbette kolay değildi. Eğer bu karar verilmiş olsaydı nice olurdu o mahkeme başkanının hali?

ÖRGÜT NASIL KURULDU

Bakın bu davada, var olduğu sadece savcılar tarafından iddia edilen örgütün, yine savcılara göre tek eylemi Danıştay saldırısı ve Cumhuriyet gazetesinin bombalanması. Gelin bu örgütün nasıl kurulduğunu anlamaya çalışalım.

2001 ve 2006 yılarında Sabri uzun’a gösterilen ve o arada birçok vatanseverin tasfiyesi için MİT, Genelkurmay ve Başbakanlık arasında dolaştırılan şemayı biliyorsunuz. Adı, Ergenekon örgütü… Şemadaki isimler zamana ve olaylara göre değişiyor ama örgüt hep aynı.

Sabri Uzun diyor ki, “eğer beni iğfal edebilmiş olsalardı o zaman başlatacaklardı bu operasyonları..” Danıştay saldırısı yapıldıktan hemen sonra ortaya bir şema çıkarıldı. O şema MİT ve Emniyet tarafından Abdullah Gül’e de gösterildi. Ama delil yoktu. Abdullah Gül, “Delillendirin, savcı bulun” talimatı verdi.[1][8]

O günün gazeteleri sürekli olarak Ergenekon manşetleri attı. Hatta daha ortaya çıkmamış sözde “Sarı Kız” planı bile manşetlerdeydi ki, bu sözde darbe planı 2006 yılı Kasım ayı içinde yani 7 ay sonra yayına başlayacak olan Nokta Dergisi’nde yayınlanacaktı.

O gün şemadaki isimlerle irtibat kuramadılar ama polis kararlıydı. O kadar ki, 26 Haziran 2006’da Alparslan Arslan’ın ifadesiyle cinayetin azmettiricisi suçlamasıyla gözaltına alınan Şeyh Salih’e Alparslan’ın Ergenekon üyesi olduğunu söyleyecek, o da zaten bundan kısa süre sonra serbest bırakılacaktı. Salih Kurter bu mahkeme huzurundaki ifadesinde, sonradan toparlamaya çalışsa da bu bilgiyi verdi…[1][9]

Polisin içerisinde bir grup, yıllardır bir Ergenekon örgütü yaratmaya çalışıyordu. Polisin Ümraniye-Çakmak karakolunda daha ortada bir soruşturma yokken hatta ben bile gözaltında değilken, “Soruşturma Ergenekon olduğu zaman s..kerim hakimini de savcısını da…” diyebilmesi bir tesadüf değildi.

Bu arada basın çoktan Ergenekon ve Danıştay haberleri yapmaya başlamış, davaların bağlantılarını kurmuştu. Haber metinleri tek elden çıkmış gibiydi.

BİR MEDYA OPERASYONU

Sabah gazetesinin 14 Haziran günlü sürmanşeti şuydu: “Tanıdık Bombalar…” Nereden tanıdık: Cumhuriyet gazetesine atılan bombalar olduğu için tanıdık. Haberin diğer başlığı da şuydu: “Tanıdık Simalar” ve sürmanşette Veli Küçük ile Oktay Yıldırım’ı aynı karede gösteren bir fotoğraf kullanılmıştı. Bu iki isim o gün tanışmıyorlardı bile… Fotoğraf ise Şemdinli İddianamesinde Türk Ordusu’nun hedef alınmasını protesto etmek için bir çok insanın orada toplandığı gün çekilmişti. Fakat o günlerde basına yansımamıştı. Demek daha zamanı gelmemişti.

Yine 14 Haziran günlü Gündem gazetesinde ise: “El Bombaları Çıkan Evin Ucu Danıştay’a Uzanıyor” başlığı vardı. Daha ortada hiçbir inceleme ya da savcılık talebi yoktu ama gazetelerde ilan edilmişti bile…

Star gazetesinde sürmanşetten verilen haberin başlığı: “Özel Harp Çetesi” idi… Haber ise daha açıklayıcıydı:Eski Özel Harpçinin Evinden Cumhuriyet Saldırısında da Kullanılan 27 El Bombası ve Çok Sayıda Patlayıcı Madde Çıktı…”

Tarih 14 Haziran 2007. Daha ortada ne inceleme vardı ne de Osman Yıldırım’ın beyanları. Ama karar çoktan verilmişti. Servis edilen fotoğraflarda Veli Küçük, Muzaffer Tekin, Oktay Yıldırım ve Rafet Arslan yer alıyordu.

Aynı günlü Vatan gazetesinin başlığı da şöyle: “Cumhuriyet Saldırısının Cephaneliği de Ümraniye’de…”

Bu gazetelerdeki haber metinleri bile aynıydı. Yani aynı merkezden servis edilmişti.

Posta gazetesi, 14 Haziran günlü sayısında aynı haberi, aynı içerikle veriyordu, “Bombalar, çok sayıda TNT ve Cumhuriyet Gazetesi eylemi ile bağlantı…”

Posta gazetesinin haberinde önemli bir ayrıntı da vardı. Ümraniye’de bulunduğu iddia edilen bomba sandığının, içindeki bombalarla birlikte fotoğrafı basılmıştı…

İlginçti çünkü bu fotoğrafta, enkaz halde, fünyeleri olmayan, 18 parça dilimli savunma el bombası gövdesi ve 4 tane de düz el bombası gövdesi görülüyordu. Bu 18 gövde karakolda görüntülenenlerin aynısıydı. Daha sonra yanlarındaki yabancı menşeli bombaların tamamen imha edildiği söylenecek ve geriye yine sadece bu 18 bomba gövdesi kalacaktı. İmha edildiği gerekçesiyle ortadan kaldırılan düz gövdeli bombaların aynıları da başka aramalarda bulunacaklardı. Kim bilir belki de ikinci hatta üçüncü kez…

Ama o gazetedeki, nerede çekildiği belli olmayan bu fotoğraf dava dosyasına bile knulmayacaktı.

Ayrıca bu hurda bombalardan oluşan fotoğraf gazeteciler tarafından Muzaffer Tekin’e gösterilecek, o da “gazetede göründüğü kadarıyla bunlar hurda ne fünyeleri ne de patlayıcıları var” diyecek ve bu sözü tutuklanma müzekkeresine gerekçe olarak yazılacaktı. Yani hurdaya hurda demesi bile tutuklama bahanesi sayılmıştı.

15 Haziran 2007 sabahı çıkan gazeteler de aynıydı. Star’ın 15 Haziran günlü manşeti şuydu: “Kuvva Evinden Danıştay Çıktı.” Haberin spotunda ise şöyle yazıyordu: “Ümraniye’de Özel Harp’çiye Ait Gecekondu, Danıştay Saldırısını Gerçekleştiren Çetenin Üçüncü Hücresi…” İç sayfada daha çarpıcı bir ayrıntı yazılıydı: “Tetikçi Arslan da bu evde görülmüş, Arslan’ın İfadesine göre Oktay Y.’nin evi kayıp olan hücre…”

Diyebilir misiniz ki, “bu haberler davayı yöneten iradeden habersiz çıkıyor” elbette hayır. Örgüt tespit edilmiş, bir de hücrelerini sayıyorlar. Özel Harp işin içine katılmış ve eylem de Danıştay saldırısı… İşte, Danıştay saldırısından daha birkaç saat sonra, “sürprizlere hazırlıklı olun” diye açıklama yapan Bakan’ın, daha önceki birkaç denemede başarısızlığa uğrayan sürprizi nihayet gerçekleşiyordu. Dahası Alparslan Arslan gecekonduda görülmüştü. İşe bakın. Gazeteler ilk günden bütün taşları yerine oturtmuşlardı. İşte örgüt hazırdı. Bu sorunun burada savcılar tarafından da sorulmuş olmasını siz tesadüfle mi açıklarsınız bilmem…

Devam edelim.

Bugün gazetesinin 15 Haziran günlü haber başlığı şuydu: “Kayıp bombalar Cumhuriyete atılmış.” Sabah gazetesinin de manşetten verdiği haberin spotu şöyleydi: “El bombacı Oktay Yıldırım, Muzaffer Tekin ve Silah üzerine ant içtiren Fikri Karadağ aynı masada…”

Peki, bütün bu propaganda bombardımanı boşuna mı yapılıyordu? Elbette hayır. Savcı Zekeriya Öz, gazetelerin bir gün öncesinden başlattığı kampanya ile paralel olarak Ankara’dan Danıştay soruşturması dosyasını istedi. Tarih 15 Haziran 2007’ydi…

Basındaki kampanya ve savcılığın eylemleri arasındaki ilişki öylesine girift ki, insan şaşırıyor: savcının yarın ne yapacağını bilen birileri mi basını organize ediyor, yoksa basını organize edenler mi savcının bir gün sonra ne yapacağına karar veriyor, yoksa her ikisi de aynı kapıya mı çıkıyor? Bilmiyorum. Kim bilir? Kimler bilir?

Daha ortada Osman Yıldırım’ın ifadeleri ve Şamil Tayyar’ın yazıları da yoktu ama olacaktı nasılsa… Basına öyle bir propaganda bombardımanı yapılıyordu ki, sadece görevli olarak tertibin içindeki kalemler değil, çeşitli nedenlerle Türk Ordusu’na karşı tarafgir duruşları olanlar da bu, insan infaz etme kampanyasının bir parçası oluveriyorlardı.

Savcının Danıştay dosyasını istediği gün Umur Talu’nun Sabah gazetesindeki köşe yazısı bir olağan şüphelinin nasıl faile dönüştürülebildiğinin ilginç bir örneğiydi. Özetle şöyle yazıyordu:

“Şemdinli, Küre Atabeyler yargı konusuydu hala. Bir malulen emekli özel harpçi astsubay şöyle yazıyordu:’düzmece çete operasyonları. Şemdinli’de koparılan yaygara, ardından Danıştay saldırısı ile basının sergilediği tiyatro beklenen sonuçları vermemiştir. Atabeyler yaygarası koparılmış mahkeme sonucu yine zavallı basının iddiaları ile galebe çalmıştır.’

Aslında kalemi kuvvetli, çok sayıda duygulu ve hiddetli yazının sahibi ‘Emekli astsubay’, ulus’taki canlı bomba vahşetine de ilginç bir yorum yapmıştı: ‘Türk ulusuna karşı bir saldırı yapıldı. Yenileri ve belki daha fazla zarara yol açanları yapılacak. Yeni bombalar patlayacak memleketin kalbinde. Belki yeni cinayetlere işlenecek ve suikastlar yapılacak yeni kaoslar için. Kaostan doğan düzenin kendisinin ve tanrının hakkı olduğuna inananlar, kendi düzenlerini çıkaracakları yeni kaoslar yaratmaya devam edecekler.’

İnsanı hayrete düşüren şu:

Birisi “kuş gribi patlayacak memleketin kalbinde’ dediğinde, kümesinde kuş gribine tutulmuş onlarca tavuğun; ‘kene ölümleri patlayacak memleketin kalbinde’ dediğinde, gizli bir yerinde kutu kutu kenenin bulunduğunu düşünür müsünüz? ‘yağmur yağacak memleketin kalbinde’ dediğinde elinde yağmur bombaları bulunduğu aklınıza gelir mi?

Tesadüf şu ki, “yeni bombalar patlayacak memleketin kalbinde” diye aslında çok üst düzeyde kimi yetkilinin de benzerini söylediği, belki birçok kişinin de üzülerek, istemeyerek söyleyebileceği bir şeyi yazan ‘Emekli Astsubay Oktay Yıldırım’da; askeri kışla yanında çöplükten bulduğunu iddia ettiği 27 el bombası ile patlayıcılar, fünyeler çıktı.

‘Operasyon Irak’ta değil Türkiye içinde başlamalıdır’ diye yazan, ‘milliyetçi-ulusalcı’ hassasiyetleri kuvvetli biçimde dile getiren; Danıştay saldırısı günlerinde öne çıkan Büyük, Küçük isimlere pek yakın duran; yazar, çizer davalarında mahkemelerde müdahil, çok aktif bir eski özel harpçide, Cumhuriyet gazetesine atılanlar benzer, 27 bombalık koleksiyon…”[10]

İşte tamamdı her şey. Olağan şüpheli belliydi ve kesin faildi. Kanıt da vardı üstelik hem olacakları yazmış hem de evinden bombalar çıkmıştı. Sağda solda da çok dolaşıyordu, bir de tırnak içinde emekli astsubay ve özel harpçiydi, daha ne olsundu? Bundan iyi fail mi olurdu?

Savcı Zekeriya Öz o gün sadece Danıştay dosyasını istemedi. Kısıtlama kararı almak için mahkemeye başvurduğunda gerekçe olarak şunu yazmıştı:

“ bazı ifade tutanaklarında, yakalanmayan şüphelilerin kimlikleri, örgüte ait silahların saklandığı yerler yazılıdır. İletişim tespit tutanaklarında birçok örgüt mensubunun adı geçmektedir. Diğer belgeler de benzer mahiyette olup, halen yakalanmayan şüphelilerin yakalanması için ve suç eşyasının kaçırılmasının önlenmesi için kısıtlama tedbirine ihtiyaç vardır” !

Yani Zekeriya Öz demek istiyor ki;

1)Ortada bir örgüt var.

2)Bunların silah sakladıkları yerler var.

3)Elimde bu silahların saklandıkları adresleri gösteren ifade tutanakları var.

4)Ben bu adamların telefonlarını dinledim ve elimde iletişim tespit tutanakları var.

5)Bu iletişim tutanaklarında birçok örgüt mensubunun adları geçmektedir.

6)Elimde başka belgeler de var ve onlar da benzer bilgileri içermektedir.

Daha soruşturmanın üçüncü günüydü ama savcı her şeyi biliyordu. Yıllar sonra bu belgeleri istedik, ama savcılık birkaç kez ısrarlı talepte bulunduktan sonra ellerinde böyle belgeler olmadığını, yazılanların “matbu hata” ile yazıldığını öne sürdü. Yani bu da “sehven”di. Bir paragraflık matbu hata olur muydu?

Ben bu “sehven” cevabına asla inanmadım. Ben, hangi silahı nerede bulacaklarını da kimin telefonda ne konuştuğunu, hatta kimlerin tutuklanacağını bildiklerine de inandım. Çünkü, bu şaşırtıcı gerçekle karşılaşan sadece ben değildim.

Uğur Dündar, “savcı Zekeriya Öz’e Ümraniye’deki sözde aramadan birkaç gün sonra muhabir Hatice’yi yolladığını ve haber yapmak istediğini” söyledi. Savcının cevabı ilginçti, “yakında çok daha ünlü kişilerin alınacağını, o zaman haber yapmalarının daha iyi olacağını” söylüyordu.[1][11] Uğur Dündar “Bu bilgi karşısında çok şaşırdığını” söyledi. Şaşırılmayacak gibi değildi bir savcı bu kadar çok şeyi önceden nasıl bilebilirdi ki?

Kısa bir süre sonra Temmuz ayı başında, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül-ki daha önce “delillendirin” talimatını verendi- “bekleyin, bakın bu iş çok yukarılara gidecek” açıklamasını yaptı. Tıpkı Savcı gibi, onun da büyük beklentileri vardı.

Bundan da kısa bir süre sonra 2007 yılı Ekim ayı başında bir polis, Ataşehir’de Alparslan Arslan’ın arkadaşlarının kaldığı apartmana gitti. O güne kadar hiç gidilmemişti. Apartman kapıcısının bu mahkemedeki ifadelerine göre Recep Özkan’ın evini sordu ve şu anda burada olan ama o sırada henüz tutuklanmamış bazı sanıkların fotoğraflarını gösterdi. Tanıyıp tanımadığını sordu.

Nereden çıkmıştı bu Ataşehir?

Bundan da kısa bir süre sonra 6 Şubat 2008’de Danıştay davası sanığı Osman yıldırım, Süleyman esen’in avukatına Ataşehir’de Recep Özkan’ın evinde bir toplantı yapıldığı masalını anlattı. Avukat da gidip mahkemeye söylemek yerine Şamil Tayyar’a anlattı. (Bu iddia Ankara’daki mahkemede her nedense hiç dillendirilmedi. Hatta haklarında mahkumiyet kararı verilip dava Yargıtay’a gittiğinde bile duruşmalara katılmadılar.)

Bundan sonra polis Ataşehir’e iki kez daha gitti. Teşhisler yaptırdı, ifadeler aldı. İfadeyi verenler oraya yazılanları söylemediklerini yıllar sonra bu mahkemede söyleyeceklerdi. Anlatacağım.

Danıştay davasının nasıl birleştirildiğini de anlatacağım ama şu bilgiyi de vermeliyim: Avukatım merhum Ahmet Ülger daha bu davanın ilk günlerinde, polisin elinde tamamı askerlerden oluşan 2500 kişilik bir liste olduğunu ve bu kişilerin tamamının tasfiye edileceğini ya da tutuklanacağını, o sırada gözaltında olan bir sanığın tanıklığına dayanarak bu mahkeme huzurunda söyleyip tutanaklara geçmesini sağlamıştı.

Bugün sadece birleştirilen Danıştay davası değil 22 farklı iddianamedir. Bu davayla birleştirilmeyen ama Türk Ordusunu hedef alan diğer davaları da düşününce adı çeşitli nedenlerle dava dosyasına yazılan askerlerin sayısı 2500’den de fazladır.

DANIŞTAY DOSYASI ERGENEKON DOSYASINA NASIL GETİRİLDİ

6 Ekim 2008’de Yargıtay C. Başsavcısı, Danıştay davasının Ergenekon davası ile bağlantılı olduğu yolundaki iddialardan dolayı yeniden incelenmesini talep ederek 9. Ceza Dairesine gönderdi. Davanın Yargıtay’daki incelemesinin duruşmalı yapılmasını avukat Mehmet Ener istemişti. Ama her nedense duruşmada yoktu. Olsa belki mahkeme heyeti, davaların sanıkları arasındaki irtibatların neler olduğunu sorabilirdi ve bu iddiaların ne kadar ciddi olduğu orada değerlendirilebilirdi. Ama soramadı ve özel yetkili medyanın yarattığı kamuoyu baskısının da etkisiyle kararını verdi.

20 Ekim 2008’de Ergenekon ana davasının ilk duruşması yapıldı.

17 Aralık 2008’de Adalet Bakanlığı’nın da devreye girmesiyle Yargıtay 9. Ceza Dairesi Danıştay davası kararını bozarak Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne geri gönderdi. Yargıtay mahkemeye, “Ergenekon ile bu dava sanıklarının irtibatı var mı yok mu araştır” diyordu.

23 Mart 2009’da Danıştay davası Yeniden Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlandığında mahkeme heyeti değişmişti. Yeni heyet yargıtayın bozma gerekçesi olan Ergenekon ile irtibat iddialarını araştırmak yerine, hukuka ve bozma gerekçesine aykırı olarak Danıştay davasının Ergenekon ile birleştirilmesine karar verdi.

Kararın tek dayanağı Osman Yıldırım’ın beyanlarıydı. Heyetin kararına üye hakimlerden biri de şerh koydu. Yanlış anlaşılmasın, o hakim “dava birleştirilmesin demiyordu. Sanıklardan Süleyman Esen’in serbest bırakılmasını istiyordu.

O hakim, daha sonra uydurma çıkacak olan Bülent Arınç’a suikast iddiaları üzerinden Özel Kuvvetler karargahındaki “Kozmik Oda” aramasını yapacak olan Kadir Kayan’dı. Tesadüfün(!) bu kadarı…

Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinin 18 Mayıs 2009 tarihli karar duruşmasında tünelin ucundaki ışığı görüp sevinen sadece Süleyman Esen değildi. Osman Yıldırım da çok sevinçliydi. Sevincini İstanbul’daki Ergenekon savcılarına teşekkür ederek dile getirdi: “Sayın savcılar Zekeriya Öz ve Mehmet Ali Pekgüzel’i ve Atatürk cumhuriyetine saygılı tüm savcıları selamlıyorum…” Müebbet hapse mahkum edildiği ilk karar duruşmasında, “Yıkacağım o İngiliz piçinin kurduğu cumhuriyeti” diye bağıran Osman Yıldırım nasıl bu noktaya gelmişti? Gideceği yeri de aynı duruşmadaki şu sözlerle açıklıyordu: “Ergenekon Cumhuriyeti, Atatürk Cumhuriyeti’ne haçlı seferi düzenliyor…”

Böylece Danıştay saldırısı davası yeni ve çok farklı bir hukukun uygulanmaya başlandığı Ergenekon davası içinde görülmeye başlandı. Sırf bu davanın irtibatlarının araştırılması 2 yıl sürdü. Tüm sanıklar 11 ay boyunca yeniden sorgulandı. 23 Ağustos 2010’dan 28 Temmuz 2011’e kadar dava ile ilgili 35 tanık dinlendi. Bunların içinde hem sanık, hem tanık hem de gizli tanık olan bile vardı.

Danıştay davası hakkında ortaya çıkan gerçekler, basında kolay kolay yer bulamadı. Yandaş basın hep şu repliği tekrarladı: “Danıştay davası Ergenekon davasına eklendi, hukuki ve fiili irtibat var…” Bunu adeta kanıtlanmış bir suçlama gibi kullandılar. Fakat gerçek çok farklıydı.

Danıştay davası, sadece bir irtibat olup olmadığı incelensin diye getirilip birleştirildi ama burada yeni baştan görüldü. Her iddia, her ayrıntı yeni baştan didik didik edildi. Hatta ortaya, Osman Yıldırım haricinde yeni bir tanık daha çıkmıştı. Gizliydi. Ama Osman Yıldırım’ın bütün anlattıklarını doğruluyordu. O da tanık olmuştu her şeye… Cinayet için Ankara’ya gidilirken o da arabadaydı, sığdırılmıştı o arabaya. Ankara’da otelde kaldıkları iki kişilik odada Osman Yıldırım ve Alparslan Arslan ile birlikte kalmıştı, yeterli yatak yoktu ama o da oradaydı. Fazladan bir şey de anlatmıyor ama Osman Yıldırım’ın anlattığı her şeyi ama her şeyi doğruluyordu.

Yani artık iddialar sadece bir kişinin sözleri değildi, iki tanık vardı. Daha da kuvvetlenmişti, esrarengiz gizli tanığın ifadeleriyle. Savcılar da iddianamelerine şöyle yazabiliyorlardı artık: “Osman Yıldırım’ın anlattıkları Gizli Tanık-9 tarafından da doğrulanmaktadır.” Yani savcı da gizli tanığın kim olduğunu görmüş, onun anlattıklarını doğrulayabilecek bir kişi olduğuna kanaat getirmişti. Kanaate bakın siz!

Savcılık bu kuvvetli dayanağını esas hakkındaki mütalaasının 1168 ve 1169’ncu sayfalarına da yazdı. Aynen şöyle dedi:

“Birbirlerinden habersiz olarak ifadeleri alınan, gerek ifadelerinin tarihi gerekse soruşturma evrakındaki kısıtlama kararma göre birbirlerinin ifadelerini öğrenmeleri mümkün görülmeyen her iki tanığın, Alparslan Arslan ve Veli Küçük ün Kâtibim Restoran ın yanındaki çay bahçesinde buluştukları, Avukat Hakkı Kurtuluş un da söz konusu çay bahçesine gittiği şeklindeki beyanlarının Alparslan Arslan ile Veli Küçük’ün geçmişe dayanan bağlantısı bulunduğunu gösterdiği anlaşılmaktadır.”

Bu iki adamın aynı kişi olduğu yargılama sırasında büyük hukuki rezaletlerle ortaya çıktı ama savcı yine de bunu kullanmakta bir sakınca görmedi. Bunu yazarlarken de Osman Yıldırım ile Gizli tanık-9’u alt alta yazmadılar. Belki böyle olunca bizler ne olduğunu anlayamazdık da Gizli Tanık-9 tekrar farklı bir kişi olarak kullanılabilirdi. Osman Yıldırım ile Gizli Tanık-9’un ifadelerinin arasına 3-4 farklı kişinin ifadelerinden yapılan alıntıları eklediler, en son Osman Yıldırım’dan yapılan alıntıda da “Veli Küçük ve Alparslan Arslan’ın katibim Restoran’da buluştukları” iddiasını ekleyerek, “aynı ifadenin başka bir tanık tarafından verildiğini, bu tanığın diğerini tanıması ya da ifadesini okumasının mümkün olmadığını” yazıp iddiayı güçlendirmeye çalıştı…

Bu yapılan en hafif itibarla ayıptı. Çünkü bu ikim kişinin aynı kişi olduğunu en azından mahkeme heyeti biliyordu ve bunun mütalaaya yazılmasına nasıl izin verilebilirdi?

Ben savunmamı sözlü olarak yaparken Savcı Nihat Taşkın benim bu konudaki beyanıma itiraz ederek, “yanlış anlaşıldığımı, orada kast edilenin Süleyman esen olduğunu söyledi. Orada hemen cevapladığım gibi sonradan hazırladığım bu savunmaya da eklemeliyim. “Alparslan Arslan ile Veli Küçük’ün Katibim Restoran’da buluştukları” iddiası Süleyman Esen2in hiçbir aşamadaki ifadesinde yok. Sadece Osman Yıldırım beyanlarında ve aynı kişinin Gizli Tanık-9 olarak ifade verdiği ses çözümlemelerinin 35-36 ve 40-41’nci sayfalarında var. Bunu anlamayacağımız düşünmek bile savcılığın ne kadar kötü niyetli olduğunun kanıtıydı.

Aslında ne Alparslan Arslan’ın, ne Osman Yıldırım’ın ne de Gizli Tanık-9’un burada yargılanan sanıklarla bir ilişkisi vardı. İrtibat kurmak için her yol zorlandı ama olmadı. Cinayetten aylar önce atılan bir nezaket mesajı mı vardı? O zorlandı. Alşparslan Arslan kamuya açık bir derneğe mi gitmişti? O zorlandı. Ama olmadı. Alpaarslan Arslan’a büyük medya zorlamalarıyla benzetilen Azeri bir gencin fotoğrafı mı geçti ellerine? O zorlandı. Yıllarca manşetlerden basın propagandaları yapıldı. Olmadı.

Ataşehir’de toplantı yapıldığı iddia edilen evin sahipleri, hatta sitenin sakinleri, kapıcısı bile sorgulandı burada. Kendilerinden polis tarafından alınan, bir nüshası dahi bırakılmayan ve okutulmadan imzalatılan ifade tutanaklarında yazılanları şaşkınlıkla dinlediler… Zamanında kendilerine fotoğrafları gösterilen kişileri, “yüzde şu kadar teşhis ettikleri” yazılıydı o tutanaklarda ama asla böyle bir şey söylememişlerdi. Kendilerine gösterilen hiçbir fotoğrafı ve kişiyi tanımadılar. Ve yine onların sorgusunda ortaya çıktı kj, polis sadece söylemedikleri sözleri tutanağa yazmakla kalmamış, bir de şüpheliler albümü yapmış, onu göstermişti teşhis için…[1][12]

Bütün çabalar bir Ataşehir toplantısı yaratabilmek içindi.

Evde yaşayanlara sorduk. O evde toplantı olduysa onlar mutlaka biliyor olmalıydılar. Hepsi de, “bu yalandır” dediler. O toplantıyı Osman Yıldırım ve Gizli Tanık-9’dan başka gören duyan da yoktu. Telefon baz istasyonu raporlarını getirttik. O tarihte toplantıda olduğu iddia edilenlerin hiçbiri Ataşehir’den sinyal vermiyordu hatta aynı sıralarda herkesin telefonu başka başka yerlerden sinyal veriyordu. Bu da olmadı. Ardından Osman Yıldırım toplantı tarihini değiştirdi ama baz istasyonu raporlarına göre yine kimse orada değildi. Burada sorgulandığı ve ifade verdiği aylar boyunca her söylediğini mutlaka en az birkaç kez değiştirdi. Toplantı yaptığı evin ne içini ne şeklini ne de yerini tarif edebildi. Sorunca, “ben emlakçı mıyım” dedi.

Dedik ki, “bari evi göstersin.” Koca devlet peşine takıldı gitti. Saatlerce, kilometrelerce dolaşıldı. O evin önünde, her nedense adeta bir nümayiş kalabalığı gibi bir polis ve basın ordusu hazır bekliyordu. Osman Yıldırım’ın işi bu kadar kolaylaşmıştı yani… Ama olmadı, o evi de gösteremedi.

Telefon irtibatı yok, tanışıklık yok, evi gösteremiyor, baz istasyon raporları söylediklerini doğrulamıyor, ev sakinleri doğrulamıyor, hatta Danıştay davası sanıkları da doğrulamıyordu. Buradaki sanıklarla, Danıştay davası sanıkları arasında bağ kurmak için gösterilen bütün sistematik çabalara rağmen bir ilişki yoktu.

Ama daha başka bir ilişkiler yumağı ise aynı sistematik çabalarla göz ardı edilmeye çalışıldı. Bir de onlara bakalım.

CUMHURİYET’E ATILAN BOMBALARI KİM, KİME VE NEREDE VERDİ

Danıştay saldırısını gerçekleştiren Alparslan Arslan, “bombaları Süleyman Esen’den aldığını ve Cumhuriyet’e atılmadan bir gün önce yani 4 Mayıs 2006 günü Osman Yıldırım’a verdiğini” söylemişti. Osman Yıldırım da “bombaları aldığının ertesi günü attırdığını” söylemişti. İlk bomba 5 Mayıs 2006 tarihinde atıldığına göre tarih konusunda çelişki yoktu.

Osman Yıldırım, Ergenekon iddianamesine hem tanık, hem sanık, hem de gizli tanık olarak giren ifadelerine göre ise bombaların kendisine, Ataşehir’de bir evde Veli Küçük, Muzaffer Tekin, Oktay Yıldırım hatta bazı ifadelerinde Fikri Karadağ, M.Zekeriya Öztürk ve Mehmet Demirtaş gibi isimlerin bulunduğu bir toplantıda verildiğini söyledi. Bombaların verildiği yer ve zaman aynı kalmakla beraber olayın içine Ergenekon davası sanıkları da eklenmişti.

Bu iddiaya sarılan sadece savcılık ve yandaş medya değildi. Davaya müdahil olan Cumhuriyet gazetesinin avukatları da üzerine atlamış ve 18 Kasım 2002’de bu iddianın incelenmesini, Muzaffer Tekin, Rasim Görüm, Oktay Yıldırım, Veli Küçük, Fikri Karadağ, M. Zekeriya Öztürk, Alparslan Arslan ve Osman Yıldırım’ın 29 Nisan-12 Mayıs 2006 tarihleri arasında telefon dökümlerinin ve baz istasyonlarının getirtilmesini talep etmişlerdi.

Dikkat edilsin, toplantı iddiası 4 Mayıs’taydı ama onlar tam 15 günlük bir dönemin incelenmesini istediler. Yani toplantı günü olmasa bile, İstanbul’un herhangi bir yerinde bu kişilerden biriyle aynı yerde bulunmuş olsaydık iş tamamdı. İşte “Ergenekon yapmıştı her şeyi.”

Ama gelin görün ki, olmadı. Ergenekon sanıklarından hiç biri hem Ataşehir’de hem de başka herhangi bir yerde Danıştay davası sanıklarından herhangi biriyle aynı yerde değildi ve irtibatları da yoktu.[1][13]

Ama savcılık bu iddiayı hala mütalaasına yazabiliyordu.[1][14] Osman Yıldırım ilk önce toplantının 30 Nisan’da yapıldığını söyledi. O tarihte kendisi bile Ataşehir’de değildi. Benim telefonun bütün gün boyunca Şile yolu-Çataltepe bölgesinden sinyal vermişti. Yani Çekmeköy’de, evimdeydim. Rasim Görüm, Adapazarı-Hendek’te, Muzaffer Tekin Göztepe, Beykoz ve Ziverbey’de, Fikri Karadağ ise Balıkesir’deydi. 4 Mayıs günü de ben yine bütün gün Çekmeköy’de evimdeydim ve gün boyunca yaptığım 9 görüşmenin tamamı da buradan sinyal vermişti. Toplantıda adı geçen diğer kişiler de hep başka bölgelerdeydiler.

Bir de Cumhuriyet gazetesi avukatlarının her nedense tek soru sormadığı Osman Yıldırım, Alparslan Arslan ve Süleyman Esen’e bakalım. Şimdi tanık ve sanık ifadelerinden yola çıkarak o tarihte kimin nerede olduğunu, hangi saatlerde hangi istikamete gittiğini, kimlerle aynı yerde olduğunu telefon baz istasyonu raporlarıyla teyit edelim.

BOMBALARI SÜLEYMAN ESEN Mİ GETİRDİ

Süleyman Esen Anadolu yakasında oturuyor, Avrupa yakasında çalışıyordu, ayrıca her gittiği uğradığı Şeyh Salih Kunter de oradaydı. Avrupa yakasına geçip gelmesi doğaldı, ama 4 Mayıs günü, yani bombaların verileceği günün sabahında sıra dışı bir gidiş geliş yaptı.

Anlatalım.

O sabah Süleyman Esen’i saat 09.38’de ilk arayan Alparslan Arslan’dı. Süleyman Esen’in telefonu o sırada evinin bulunduğu Ümraniye-Kireçfırını bölgesindeki istasyondan sinyal veriyordu. Saat 12.22’ye kadar da aynı yerdeydi.

Saat 12.52’de Ümraniye-Namazgah’taydı, hareket ettiği anlaşılıyordu ve Avrupa yakasına doğru hareket ediyordu. Hareket istikametine bakalım:

Saat 13.40 Çavuşbaşı Mahallesi. Yani köprü istikametinde.

Saat, 13.55 Nato-YavuzTürk Mahallesi.

Saat, 13.59 Nato-YavuzTürk Mahallesi

Saat, 14.09 Nato-YavuzTürk Mahallesi

Saat, 14.32 Beylerbeyi-1. Köprü

Saat, 14.46 Zincirlikuyu. Köprüden geçmiş Avrupa yakasında ilerliyor.[1][15]

Saat, 14.47 Zincirlikuyu.

Saat, 14.52 Tekfentower, yani Levent bölgesinde.

Saat, 15.44 Show tv-Levent.

Saat, 16.23 Metro-Levent.[1][16]

Yolu gözünüzde canlandırmaya çalışın. Zincirlikuyu’dan yukarıya doğru, Levent’e gitti ve orada yaklaşık 1,5 saat geçirdi.

Biriyle mi buluştu? Ondan bir şeyler mi aldı?

Bilmiyorum. Ama buradan sonraki hareketi daha dikkat çekici…

Buradan süratle tekrar Anadolu yakasına geçti ve yolda Alparslan Arslan ile irtibat kurdu. Baz istasyonu kayıtlarından takip edelim:

Saat 16.23’te Metro-Levent bölgesinden sinyal verirken, saat 16.51’de bağlarbaşı-Tophanelioğlu bölgesinden bir görüşme yaptı. Oldukça hızlıydı, sadece 25 dakikada karşı yakaya geçivermişti. Aradığı kişi de Alparslan Arslan’dı.

Alparslan Arslan’ın telefonu bu sırada Kadıköy-Bahariye’den sinyal veriyordu. Süleyman bu görüşmeden sonra ilerleyerek Altunizade’ye geldiğinde saat 17.25’ti. Süleyman Esen bundan 25 dakika sonra saat 17.50’de, bütün sorgularında “tanımıyorum” dediği Osman Yıldırım’ı aradı. Bu sırada Süleyman’ın telefonu Üsküdar-Toygar Hamza’dan sinyal veriyordu. Burası Alparslan Arslan’ın evinin olduğu yerdi.

Bir de Alparslan’ın güzergahına bakalım. Saat 16.51 ile 18.30 arasında kimseyle görüşmedi. Saat 18.30’da Osman Yıldırım’ı ardından da saat 18.32’de zaman zaman kaldığı evin sahibi Recep Özkan’ı aradı. Alparslan hareket halindeydi ama ilginçtir ki, TİB’den[1][17] gelen baz istasyonu raporlarında bu iki görüşmenin yapıldığı yerin baz istasyonu adresleri yoktu.

Neden?

Bunu kimse bilmiyor. Sorduk, ne cevap verildi ne de bu adresler bildirildi. İğneyle kuyu kazmak zorunda kaldık ama bulduk.

Bakın, Alparslan Arslan’ın saat 17.50’de Bahariye’den ayrıldıktan sonra Üsküdar-Küçük Ahmediye bölgesinden sinyal vermesi arasında tam 105 saat var. Küçük Ahmediye ile Süleyman Esen’in telefonunun sinyal verdiği Toygar Hamza’nın arası yürüyerek 5 dakika mesafede. Yani Avrupa yakasından süratle üsküdar’a geçen Süleyman Esen ile Alparslan Arslan aynı yerde.

Bu buluşmadan hemen sonra Süleyman esen tekrar ve yine süratle Avrupa yakasına hareket etti. Beylerbeyi-1. Köprüden sinyal verdiğinde saat 18.50’ydi.

Taşımaktan tedirgin olduğu bir yükten mi kurtulmuştu? Alparslan’a o bombaları mı vermişti? Bunu ben bilemem ama bunu bilen tek kişi olan Alparslan Arslan bu bombaları Süleyman’dan aldığını söylemişti.

Süleyman karşıya geçti ve yine bütün baz istasyonu raporlarında adresi görünmeyen o yere gitti, orada 3 görüşme yaptı. Orası Şeyh Salih’in de evinin olduğu Gültepe bölgesinde bir yer ama biz adresini göremiyoruz. Kapalı. Neden? Bilmiyoruz.

Bu soruyu daha sonra ayrıntılı olarak ele alacağım ama şimdi burada bırakıp bir özet yapalım.

Süleyman Esen 4 Mayıs sabahı Alparslan tarafından arandıktan sonra bazı görüşmeler yaptı ve Avrupa yakasına geçti. Orada kısa süre kaldıktan sonra hızla Üsküdar’a Alparslan’ın evinin olduğu yere geldi. Alparslan da aynı saatlerde oraya geldi. Burada kısa süre kaldıktan sonra Süleyman tekrar karşıya geçerken, Alparslan da Ataşehir’deki arkadaşları ve Osman Yıldırım ile yoğun bir telefon trafiğine başladı.

Şimdi ifadelere de yansıdığı haliyle Ataşehir’de Alparslan ve Osman’ın buluşmalarını inceleyelim.

ALPARSLAN ALDIĞI BOMBALARI 4 MAYIS GECESİ OSMAN YILDIRIM’A VERDİ

Bakın Alparslan’ın Süleyman ile o kısa buluşmadan sonraki telefon trafiği şöyle:

Saat, 18.33 Alparslan — Osman’ı aradı

Saat, 18.46 Alparslan — Osman’ı aradı

Saat, 18.49 Alparslan — Orhan Kadı’yı aradı.(Ataşehir’deki arkadaşlarından biri)

Saat, 18.53 Alparslan — Osman’ı aradı

Saat, 19.15 Alparslan — Orhan Kadı’yı aradı

Saat, 20.03 Alparslan — Orhan kadı’yı aradı

Saat, 20.09 Orhan Kadı — Alparslan’ı aradı

Saat, 20.22 Alparslan — Recep Özkan’ı aradı(Ataşehir’deki evde oturan diğer arkadaşı)

Alparslan Arslan bütün bu görüşmeleri yaptığı 2 saat boyunca Kadıköy Natılus bölgesindeydi. Baz istasyonlarına göre buluşmadan sonra Selimiye üzerinden buraya gelmişti. Buradan tekrar evinin olduğu Üsküdar Toygar Hamza’ya döndü ve yaklaşık 2 saat boyunca, 22.02’ye kadar burada kaldı. Burada kaldığı sırada iki kez Osman Yıldırım Alparslan’ı aradı:

Saat, 21.00 Osman — Alparslan

Saat, 21.32 Osman — Alparslan

Bu görüşmeler yapıldıktan sonra Osman Yıldırım’ın telefonu Kayışdağı-Uslu Cadde bölgesinden sinyal veriyordu.

Alparslan Arslan ise Üsküdar’dan en son saat 22.20’de Ataşehir’de oturan arkadaşı Orhan Kadı’yı tekrar aradı ve harekete geçti. Saat 22.34’te Osman Yıldırım’a bir mesaj yolladığında Bağlarbaşı-Tophanelioğlu’nu geçmiş Ataşehir’e doğru ilerliyordu.

Alparslan Arslan saat 23.20’de Osman Yıldırım’ı tekrar aradığında Ataşehir’e gelmişti. Bu görüşmeden sonra Osman da Ataşehir’e doğru harekete geçti ve görüşmeleri devam etti. Osman Ataşehir’e geldiğinde saat 23.29’da ve 23.38’de Alparslan’ı arka arkaya iki kez aradı.

Buluşmanın nasıl olduğunu da ifadelere bakarak anlıyoruz. Alparslan Arslan Alaşehir Migros’un önüne kadar gelen Osman Yıldırım’ı alıp getirmesi için arkadaşı Orhan Kadı’yı kendi abrasıyla gönderdi. Bu arada arkadaşı Orhan Kadı’yı da telefonla yönlendirmek için 5 görüşme yaptı. Orhan kadı Osman Yıldırım’ı alıp evin önüne getirdiğinde Alparslan Arslan apartman girişinin önünde bekliyordu. Orhan arabadan indi, Alparslan bindi. Osman Yıldırım eve hiç çıkmadı.

Alparslan Arslan’ın ifadesine göre, bombaları Osman’a bu sırada verdi ve onu geç saatte oradaki bir taksi durağına bıraktı. Osman Yıldırım 23.44’te Ataşehir’deki son sinyalini verdi. Saat 01.02’de telefonu artık kendi evinin de bulunduğu Sultançiftliği’nden sinyal veriyordu. Bombalar artık Osman Yıldırım’daydı ve ertesi gün Cumhuriyet gazetesine ilk eylem yapılacaktı.

Bakın, burada bir fotoğraf çekiyoruz. İfadelerle uyumlu olan telefon sinyalleri, kimin kimlerle ilişkili olduğunu, nerelerde buluşulduğunu, hangi güzergâhta ilerlendiğini kuvvetli bir veri olarak ortaya koyuyor.

Bu fotoğrafı çekmeye devam edeceğim ama bir soruyu tekrar sormalıyım: Bu ilişkiler ağının herhangi bir yerinde bir tek Ergenekon sanığı var mıydı?

Yoktu!

Alparslan Arslan’ın bütün arkadaşları da mahkeme huzurundaki ifadeleriyle bu durumu doğruladılar. Yani o saatte orada Osman Yıldırım ve Alparslan Arslan dışında kimse yoktu, bir toplantı olmamış, bombalar Alparslan Arslan tarafından verilmişti.

Osman Yıldırım’ın “toplantı” dediği o geceyi şöyle anlattı: Arkadaşımız Recep özkan’ın ataşehir’deki evinde otururken Alparslan dedi ki, ‘bir arkadaşım gelecek gidip alır mısın?’ tarif etti ben de gittim Migros’un önünde tarife uygun bir kişi vardı; sordum ‘sen misin’ diye, ‘evet’ dedi. Aldım, getirdim evin önüne. Biz gittiğimizde Alparslan aşağı inmişti. Yukarı çıkmadılar. Ben eve çıktım. Onlar arabaya binip gittiler.”[1][18]

Aynı evde oturan Recep Özkan da şöyle dedi: “toplantı olmadı. Osman Yıldırım evin önüne geldi. Alparslan aşağıya indi arabaya binip gittiler.”[1][19]

Peki yıllar süren yargılamalar ve ortaya çıkan bu kadar somut kanıta rağmen Ergenekon savcıları son mütalaalarında ne dediler biliyor musunuz: “Süleyman Esen Cumhuriyet gazetesinin bombalanmasından, Osman Yıldırım da Danıştay saldırısından beraat etsin, Veli küçük ve Muzaffer Tekin müebbet hapis yatsın.”

Ve bu da bütün Türkiye’ye “adil yargılama” diye anlatıldı.

5 MAYIS – CUMHURİYET’E İLK BOMBA

5 Mayıs 2006 günü Tekin Irşi, Osman Yıldırım’ın talimatıyla Cumhuriyet gazetesine ilk bombayı attı. İfadesine göre saat 18.30 sularıydı. Fakat pimini çekmediği için bomba patlamadı.

4 Mayıs geceyarısına kadar bombaları kim aldı, kim kime verdi anlattık. Şimdi ilk bombanın atıldığı günün telefon irtibatlarına bakalım.

Alparslan sabah saatlerinde Osman’ı aramaya ve mesaj yollamaya başladı. Bakın bu konu duruşma zabıtlarına nasıl yansıdı: “O mesajların içeriği dosyada var ne diyor? O mesajları tekrar dosyadan çıkarabilirsiniz 5 Mayıs sabahı atılan mesajlar: ‘Her şey tamam mı?, iş halloldu mu?’ Çünkü Alparslan’ın verdiği sorgu zaptında bu var, Alparslan beyanında bunu söylüyor o gece atılmasını istiyordum ben bombaların diyor.”[1][20]

Osman da bu sırada Erhan Timuroğlu ile görüşmeye başladı.

Saat, 09.49 Alparslan Arslan—Osman Yıldırım(Alparslan bu sırada Ataşehir’de)

Saat, 09.51 Alparslan Arslan—Osman Yıldırım (mesaj yolladı)

Saat, 09.52 Osman— Alparslan(mesaj)

Saat, 09.58 Osman— Alparslan(mesaj)

Saat, 09,59 Alparslan—Osman(mesaj)

Saat, 10.18 Osman— Erhan Timuroğlu(247 saniyelik görüşme)

Saat, 10.39 Osman—Erhan

Saat, 10.42 Osman—Erhan

Saat, 10.50 Osman—Alparslan(mesaj)

Saat, 11.46 Alparslan—Osman()Alparslan hala Ataşehir’de)

Saat, 11.48 Teoman—Alparslan(210 saniyelik bir görüşme)

Alparslan bu saate kadar sürekli Ataşehir’de, fakat Teoman Ekşioğlu ile yaptığı görüşmeden sonra harekete geçti. Sultanbeyli’ye gitti. Osman’ın orada işletmesini yaptığı, kumar da oynanan bir kahvehane vardı. Osman da o sırada Sultanbeyli’deydi Gitmeden önce Osman ile yoğun telefon irtibatı kurdu:

Saat, 12.17 Alparslan—Osman(Alparslan bu telefon sırasında Sultançiftliği’nde)

Saat, 12.17 Alparslan—Osman(tekrar)

Saat, 12.23 Alparslan—Osman(Bu görüşmeden sonra buluşmuş oldukları anlaşılıyor)

Bunlar ikilinin Sultanbeyli’den sinyal veren son buluşmalarıydı. Bundan bir saat sonra her ikisinin de telefonları Avrupa yakasından sinyal veriyordu. Sultanbeyli’de buluştuktan sonra birlikte karşıya geçtikleri kolaylıkla anlaşılıyor. Avrupa yakasındaki trafik ise biraz daha yoğun…

Alparslan Arslan hiç beklemeden tekrar Anadolu yakasına dönerken Osman Yıldırım uzunca bir süre Cumhuriyet gazetesinin etrafından sinyal verdi. Erhan Timuroğlu ve Tekin Irşi’nin ifadelerine göre Tekin ırşi bombayı atmayı beceremeyince Osman Şişli’ye gelip Tekin’e bombanın nasıl atılacağını gösterdi. Yani ifadelerle telefon sinyalleri tamamen örtüşüyordu. Saatlere bakalım. Osman Yıldırım saat 13.34’te Mecidiyeköy Merkez’den sinyal veriyordu, Alparslan ise 14.09’da Maslak’tan sinyal verirken, saat 14.20’de Beykoz-Elmalı’dan sinyal veriyordu. Yani fatih Sultan Mehmet köprüsünü kullanarak hızla karşıya geçmişti.

Alparslan bundan sonra doğruca Toygar Hamza’ya(evinin olduğu yer) gitti. Bütün gün orada kaldı, ama telefon trafiği an be an devam etti. Osman Yıldırım ise Mecidiyeköy’den Şişli’ye geçti. Saat 14.05’te Erhan Timuroğlu’nu aradı, bu sırada Şişli Meydanı’ndaydı, saat 14.54’e kadar burada kaldı ve buradan 11 görüşme daha yaptı. Bu arada Alparslan da saat 14.24’te İsmail Sağır’ı aradı.

Osman Yıldırım saat 15.38’de Şişli bölgesinden ayrıldı, çünkü saat 15.38’de İş-Kule bölgesinden Erhan’ı aradı. Grup, yapılacak eylemi planlamakla meşguldü.

Aynı saatte Alparslan Osman’a bir mesaj yolladıktan sonra üçlünün aralarında yoğun bir telefon trafiği başladı:

Saat, 15.38 Osman—Erhan

Saat, 15.39 Alparslan—Osman(mesaj)

Saat, 15.41 Alparslan—Osman

Saat, 15.42 Osman—Alparslan(mesaj)

Saat, 15.57 Osman—Erhan

Saat, 16.15 Osman—Erhan

Saat, 16.24 Alparslan—Osman

Saat, 16.55 Osman—Erhan

Saat, 17.01 Alparslan—Osman(mesaj)

Saat, 17.02 Osman—Alparslan(mesaj)

Saat, 17.45 Osman—Erhan

Saat, 17.55 Alparslan—Osman(mesaj)

Saat, 17.56 Osman—Alparslan(mesaj)

Saat, 17.45 Alparslan—SüleymanEsen(mesaj)

Saat, 17.58 Süleyman—Alparslan(mesaj)

Bunlar bombalama eyleminden önceki son görüşmeler. Artık eylem zamanı geliyordu, Tekin Irşi’nin ifadesine göre bomba saat 18.30’da atıldı. Fakat bombanın pimi çekilmediği için patlamadı.

Kaçtılar. Suskunluğu ilk bozan Osman Yıldırım oldu, saat 19.26’da Erhan Timuroğlu’nu aradı. Neden onu aradı derseniz, Tekin Irşi ve İsmail Sağır’ı bomba atması için Osman ile tanıştıran kişi Erhan’dı. Dolayısıyla Osman’ın ilk muhatabı da onların ağabeyleri konumunda olan Erhan’dı. Saat 19.44’te bir kez daha aradı. Sonra da saat 19.54’te Alparslan Arslan’a bir mesaj yolladı. “Kötü” haber, eylem başarısız olmuştu.

Osman Yıldırım saat 22,20’ye kadar Avrupa yakasında kaldıktan sonra Sultanbeyli’ye döndü ama sabahın ilk saatlerine kadar Erhan ve Alparslan ile görüşmeler devam etti. Erhan ile 13 kez, Alparslan ile de 21 kez daha görüştü.

O gün içinde bu kişiler Arasında mesajlarla birlikte toplam 70 görüşme yapıldı.

Bakın 5 Mayıs neden önemli biliyor musunuz? Çünkü birlikte ilk eylemlerini yapıyorlardı. Hatalar düzeltilecek, eksikler tamamlanacaktı.

6 MAYIS – ESİ

ESİ, eylem sonu incelemesi demek, ben uydurdum. Askeri literatürde FSİ vardı: Faaliyet Sonu İncelemesi. Bir görevden sonra yapılan hataların neler olduğu tartışılarak onlardan ders çıkarılır ve tekrar edilmesi engellenmeye çalışılır. Ben de ondan esinlendim.

Neden böyle dedim? Çünkü 6 Mayıs günü grubun ilk başarısız eyleminden sonraki gün, hatalar tespit edilecek ki, tekrar edilmesin.

5 Mayıs gecesi en son sabah 02.40’a kadar Osman ile Alparslan arasındaki telefon trafiğini görmüştük.

Bundan sonra sabah ilk telefon görüşmesi Osman ile Erhan arasında başladı, ardından bu trafiğe Alparslan Arslan ve Süleyman Esen katıldı. Günlerden Cumartesi’ydi ve herkes kendi evinin bulunduğu bölgeden sinyal veriyordu, yani Alparslan Üsküdar-Toygar Hamza’dan, Süleyman Ümraniye-Kireçfırını’ndan, Osman da Sultanbeyli’den. Bir ara, Alparslan Ataşehir’e gidip geldi:

10.37, Osman—Erhan

11.59, Osman—Erhan

12.12, Alparslan—Osman

12.44, Erhan—Osman

12.44, Osman—Erhan

12.48, osman—Alparslan

13.07, Erhan—Osman

13.21, Erhan—Osman

13.38, Osman—Alparslan

13.39, Osman—Erhan

13.56, Osman—Alparslan(Alparslan Ataşehir’den sinyal verdi)

13.57, Alparslan—Osman

14.01, Alparslan—Osman

14.18, Osman—Erhan

14.20, Osman—Alparslan

14.21, Osman—Alparslan

14.21, Osman—Alparslan/tekrar)

14.23, Alparslan—Osman

14.25, Alparslan—Osman

14.44, Osman—Erhan

14.55, Osman—Erhan(Alparslan’ın Ataşehir’den son sinyali bu. Tekrar Toygar Hamza’ya döndü.)

15.44, Süleyman—Alparslan

15.50, Alparslan—Süleyman

15.52, Süleyman—Alparslan

15.52, Alparslan—Süleyman(tekrar)

16.56, Alparslan—Süleyman

17.04, Alparslan—Süleyman

17.27, Süleyman—Alparslan

21.11, Osman—Erhan

Bakın sadece bu üç kişi arasında aynı gün 10.30 ile 21.00 arasında tam 29 görüşme yapıldı.

Peki, bu kişilerin arasında neden bir tek Ergenekon sanığı yok? Eğer bombaları ve talimatı onlardan birinden almış olsalardı, bu başarısızlıktan sonra onlarla görüşmeleri gerekmez miydi? Ve Ergenekon savcıları bu trafiğin orta yerindeki Süleyman Esen’e beraat talep ederken bir tek görüşmesi olmayan Muzaffer Tekin ve Veli Küçük’e müebbet talep ediyor. Silivri hukuku işte… Daha durun devam edeceğiz.

7 MAYIS CİN ÇIKMAZI

Yapılan eylemlerin psikolojik alt yapısını anlamak için 7 Mayıs ‘ta ne olduğunu anlamak gerek. Önce bazı bilgiler vermeliyim.

Şeyh Salih Kurter hakkında dava dosyasına giren ve tanıklar tarafından açıklanan bilgi, onun muska yazdığı ve kendisine cinlerin musallat olduğuna inanan insanları okuyup üfleyerek tedavi etmesiydi. Muska olarak yazıp dağıttıkları kâğıtlara “vefk” diyorlardı. Onu takan kişi her şeyden korunduğuna inanıyordu. Bunlar, ayrıca başka bazı dualar ve Allah’ın 99 ismi Şeyh Salih’in evinin duvarlarında da asılıydı. Alparslan duruşmalarda bunlardan nasıl bir güç aldığını açıklarken “bunları okuduğunda görünmez olacağına inandığını” söylemişti.[1][21]

Görünmez!

Peki bunlar neydi de insanlara bu kadar yoğun duygular yaşatıyordu?

Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan bu “vefk” denilen yazılı kağıtlar için gönderilen raporda: “Arapça harflerin sayısal değerlerinin rakam gibi kullanıldığı, yani ebcet hesabı yapıldığı, bu şekillerin harflerin ve ebcedin insanları etki altına almak ve beyin yıkamak gibi maksatlarla kullanılabildiğini, insanları psikolojik olarak olumsuz yönde etki altına alma amacı taşıdığı”[1][22] yazılıydı.

Alparslan Aralan’a bu konular çok soruldu. “Cumhuriyet Ve Danıştay saldırılarını baskı altında yaptığını” söyledi. Doğu Perinçek, “kimin baskısı altındaydın “diye sorunca şöyle cevapladı, “Ben hukuk fakültesini okudum. Kanunları da bir miktar okumuşluğum var. Anlatabiliyor muyum? Anayasa Hukuku derslerini aldık, ceza kanunu derslerini aldık. Yani neticede baskı altındaydım anlatabildim mi? Bunlar söylemek istemediğim şeyler, biz yüzde yüz bağımsız varlıklar değiliz. Bazı şeyleri gayri ihtiyari irade dışı ve istemeyerek yapabiliriz bunu da ifade edebiliriz. Daha sonra, anlatabildim mi? Benim bildiğim bu” diyordu. Sık sık da bir “halin altına girmek” ifadesini kullanıyordu, “bana hal geldi” diyordu.

Mahkeme Başkanı:"Alparslan baskı nedir baskı? Baskı nedir?”

Sanık Alparslan Arslan:”Başkan siz şimdi bir yere gitmek istemezsiniz anlatabildim mi ama halin icabı baskı altına girersiniz sizi götürürler yani baskıdır bu neticede.”[1][23]

Duruşmalarda Şeyh Salih Kurter’e sorduk, “cinler bir adama her şeyi yaptırabilir mi” diye. Hatta cinlerin işletebileceği suçları bile saydı bize, “zina ettirir, hırsızlık yaptırırmış, ama cinayet işletemezmiş.[1][24] Yani bir tür tarifeleri bile vardı bu cinlerin. Karşımızda bunlara inanan bir grup insan vardı. Ben bu konuyu bir psikoloğa da sordum. Bir takım tılsımlarla ve psikolojik etkiyle insanların kolaylıkla cinayet işleyebilecek hale gelebileceğini söyledi. İşin içine bir de kutsal din duyguları girince, bu daha da kolaylaşıyordu. Alparslan Aralan gerçekten de bir “hal”in, bir baskının altındaydı, kendi inançlarının yarattığı bir baskı.

Bütün bunları anlattım Çünkü 7 Mayıs günü olanların daha iyi anlaşılmasını istiyorum.

Alparslan o gün kendi evindeydi, arkadaşı Fetullah Kaya da oradaydı. Fetullah Kaya’nın ve sonradan gelip olan biteni gören Orhan Kadı’nın ifadelerine göre, o gün Süleyman Esen ve Şeyh Salih Kurter’in sağ kolu, Küçük Salih Hoca olarak bilinen Salih Yaşar Alparslan’ın evine geldiler. Ona bir şeyler okumaya başladılar. Alparslan kanepeye uzanmıştı. Küçük Salih gittikçe hızlanan bir tempoda olurken iki arkadaşı da çırpınan Alparslan’ın el ve ayaklarını tutmaya çalışıyorlardı. Hoca hızlandıkça Alparslan’ın çırpınışları da artıyordu. Bu seans yaklaşık olarak 2,5 saat sürdü.

Bundan sonra da hep birlikte Şeyh Salih Kurter’in evine gittiler ve gece geç saatlere kadar orada kaldılar. Ayrıldıktan sonra sabahın ilk ışıklarına kadar aralarındaki telefon trafiği Osman’ın da dahil olmasıyla devam etti.

Küçük Salih Hoca ve Süleyman esen diğer iki ev arkadaşının aksine bu olayı farklı şekilde anlattılar: “Evde 10-15 dakika kaldıklarını, Alparslan’ın üzerine çullanmadıklarını, hatta o gün bu okuma seansının olmadığını” söylediler.

Doğru mu söylüyorlardı?

Bunu anlamanın tek yolu telefon kayıtlarına bakmak:

O gün saat 12.55’te Alparslan Aralan Osman’ı aradığında evinin olduğu Toygar Hamza’daydı. Saat 14.37’de Süleyman Alparslan’ı aradı, o da kendi evinin bulunduğu Ümraniye-Kireçfırını’ndaydı. Ardından saat 14.51’de Küçük Salih Hoca Süleyman’ı aradı, o da o sırada Üsküdar Libadiye’den Süleyman’ın evinin olduğu bölgeye doğru ilerliyordu.

Saat 14.51’de Küçük Salih, Süleyman’ı tekrar aradı, o sırada her ikisinin telefonları da Kireçfırını’ndan sinyal veriyordu. Yani buluştular.

Saat 15.07’de her ikisi de Üsküdar-Toygar Hamza’daydılar, bunu ifadelerinde de söylediler, Alparslan’ın evindeydiler.

Bu saatten itibaren saat 18.11’e kadar tam 3 saat boyunca Alparslan’ın evindeydiler, duruşma zabıtlarına geçen o ayin yapıldı ve osırada eve gelen Orhan Kadı da bunu gördü. [1][25]

Saat 18.15’te oradan ayrıldıklarını Süleyman’ın telefonundan anlıyoruz, bu saatte yaptığı görüşmeyi Bağlarbaşı-Tophanelioğlu bölgesinden yaptı. Hep birlikte Şeyh Salih’in evine gittiler. Bunu mahkemedeki beyanlarından[1][26] biliyoruz ama ne ilginçtir ki, gittikleri yerin baz istasyonu adreslerini TİB’den[1][27] gelen kayıtlarda göremiyoruz.

Gece yarısına kadar burada kaldılar. Bu evde kaldıkları sırada Alparslan ile Osman arasında çok yoğun bir telefon trafiği yaşandı:

19.39 Osman—Alparslan

19.40 Alparslan—Osman

19.42 Alparslan—Osman

19.43 Alparslan—Osman

23.15 Alparslan—Osman

23.24 Alparslan—Osman

23.26 Alparslan—Osman

23.27 Alparslan—Osman

00.28 Alparslan—Osman

Bunlar Alparslan’a yapılan ayinin sonuçları mıdır? Bilmiyorum.

Bütün sanıkların beyanlarına göre bu evde oturmak için bir tek oda var. Oda, çok küçük ve o evde sadece ders yapılıyordu, dersin(!) ortasında Alparslan ile Osman ne konuşuyordu? Medrese Müfredatını mı? Bu kadar sık yapılan telefon görüşmelerini diğerlerinin duymaması olanaksızdı ama sorulunca “bilmiyorum” diyorlardı.

Telefon sinyallerine göre gece yarısı Şeyh’in evinden ayrıldılar: Küçük Salih Hoca 00.35’te Levent-Çarşı, Süleyman 01.28’de Alparslan da 01.15’te Ümraniye-Kireçfırını’nden sinyal veriyordu.

Gelin bundan sonraki telefon trafiğine bakalım:

01.09 Alparslan—Osman

01.15 Alparslan—Osman

01.28 Süleyman—Osman

01.44 Süleyman—Osman

01.44 Süleyman—Osman(tekrar)

02.04 Süleyman—Osman

Bu saatten sonra Süleyman ile Alparslan da ayrıldı, Alparslan kendi evine doğru ilerliyordu ama görüşmeler devam etti:

05.31 Alparslan—Süleyman

05.33 Alparslan—Osman

05.33 Alparslan—Osman

Telefon trafiği ve güzergahların yorumunu okudunuz, yorum yapmıyorum ama bir soru soruyorum: Alparslan kimin ve hangi inancın baskısı altında?

Devam ediyorum…

8 MAYIS ŞEYHİN EVİNDE

Alparslan Arslan öğlen saat 13.54’te Kadıköy-Bahariye’deydi. Saat 15.38’de ise Mecidiyeköy yakınlarındaki Gülbağ’dan sinyal veriyordu. Saat 18.22’ye kadar buralarda dolaştıktan sonra 19.03’te Şeyh Salih’in evinde olduğunu telefon baz istasyonu adresinin kapalı olmasından ve duruşmalardaki ifadelerden anlıyoruz.[1][28]

Bu arada Süleyman Esen o gün önce saat 16.46’da, yani Alparslan daha oraya gelmeden önce Şeyh Salih’i aramıştı, saat 19.03’te de o sırada Şeyhin evinde olan Alparslan’ı aradı. Bu telefonun hemen arkasından Alparslan ile o sırada Kayışdağı bölgesinde olan Osman Yıldırım arasında yoğun bir görüşme trafiği başladı.

19.04 Alparslan—Osman

19.22 Alparslan—Osman

19.25 Alparslan—Osman

19.26 Alparslan—Osman

19.38 Alparslan—Osman

19.39 Alparslan—Osman

19.40 Alparslan—Osman

19.42 Alparslan—Osman

19.43 Osman—Alparslan

19.46 Alparslan—Osman

19.52 Süleyman—Küçük Salih Hoca

20.15 Alparslan—Osman

20.42 Alparslan—Osman

20.47 Süleyman—Alparslan

Süleyman Esen bu son aramayı Showtv-Levent bölgesinden yaptı, yani Şeyhin evine doğru ilerliyordu ve en geç saat 20.47’de Şeyh’in evinde buluştular, çünkü Süleyman’ın bu saat itibariyle yaptığı görüşmede baz istasyonu adresi kapatılmış.

Akşam saat 22.40’ta Küçük Salih Hoca Süleyman’ı aradı. O da o sırada şeyhin evine doğru hareket halindeydi.

Aynı gün için bir de Osman Yıldırım’ın görüşmelerine bakalım:

Saat, 11.57’de Erhan Timuroğlu’nu aradı. Ardından gece saatlerinde Alparslan ile yaptığı yoğun görüşmelerin arasında 3 kez daha telefonlaştılar

21.11 Osman—Erhan Timuroğlu

21.19 Osman—Erhan

21.23 Osman—Erhan

O gece yarısından sonra ise Alparslan ile Osman son görüşmeleri yaptılar:

00.57 Alparslan—Osman

01.17 Alparslan—Osman

Ne konuşuyorlardı sizce?

Devam edelim.

9 MAYIS – EYLEMDEN ÖNCE UYKUSUZ GECE

O gün için en uygun tanımlama “uykusuz gün” olurdu. 9 Mayıs’ın önemi, bir sonraki gün Cumhuriyet gazetesine ikinci kez bomba atılacak olmasından kaynaklanıyordu. Kuşkusuz, bir hazırlık süreci vardı. Kimbilir, belki de bu nedenden olsa gerek, Osman Yıldırım’ın telefonu bugünden 10 Mayıs gecesine kadar hiç susmadan görüşmeler yaptı. Ve yine elbette diğerleri Şeyh’in evindeydi.

O gün Osman ile Alparslan arasındaki ilk iki görüşme saat 14.28 ve 14.31’de oldu. Bu sırada Alparslan Kadıköy-Bahariye’de, Osman ise Ataşehir2den Kayışdağı’na doğru hareket halindeydi.

Akşam saat 19.01’den itibaren görüşme trafiği hızlandı:

19.01 Osman—Alparslan(mesaj)

19.04 Alparslan—Osman(tam 266 saniyelik görüşme)

19.29 Alparslan—Osman(mesaj)

19.37 Alparslan—Osman(mesaj)

19.38 Osman—Alparslan (mesaj)

19.39 Alparslan—Osman(mesaj)

Tam bu sırada şeyhin sağ kolu Küçük Salih Hoca devreye girdi:

19.52 Küçük Salih Hoca—Süleyman

20.47 Süleyman—Alparslan

Bu görüşmeler yapılırken Süleyman, Şeyh Salih’in evindeydi.

21.07 Süleyman—Osman

Bu telefondan sonra Osman Erhan’ı aramaya başladı. Bombaları atan Tekin ve İsmail Erhan’ın adamlarıydı.

21.08 Osman—Erhan

21.11 Osman—Erhan

21.29 Süleyman—Osman

21.58 Küçük Salih—Süleyman

Bu telefondan sonra Küçük Salih hoca’nın da Şeyh’in evine geldiğini anlıyoruz. Bu arada Osman ile Erhan görüşmeleri de devam ediyordu:

22.04 Osman—Erhan

22.31 Osman—Erhan

Baz istasyonlarındaki değişimden, Osman’ın bu saatlerde Avrupa yakasına doğru harekete geçtiğini anlıyoruz.

Saat 22.56’da Süleyman Osman’a bir mesaj yolladı. Bunun ardından Osman 3 kez Erhan ile görüştü:

23.09 Osman—Erhan

23.10 Erhan—Osman

23.10 Osman—Erhan

Süleyman tekrar devreye girdi:

23.11 Süleyman—Osman

23.54 Süleyman—Osman

00.04 Süleyman—Osman

Osman bu telefonlar sırasında çoktan karşıya geçmiş, İŞ-Kule’den sinyal alıyordu. Süleyman yargılamalar sırasında bu telefonları kendisinin değil Alparslan’ın ettiğini, Osman’ı tanımadığını söyledi. Fakat Osman ile Süleyman arasında yanlarında Alparslan olmadığı zaman yapılan görüşmeler de vardı. Bunlar mahkeme Başkanı ve Savcının da dikkatini çekmiş ve sorulmuş ama ilginç bir cevap alınmıştı. Burada bir parantez açarak mahkemede yaşanan o diyalogu nakledeyim:

Cumhuriyet Savcısı Mehmet Ali Pekgüzel:”Yine aynı saatlerde Alparslan Arslan Osman Yıldırım ile telefon görüşmesi yapıyor bahsettiğiniz 671 34 39 numaralı telefonundan İstanbul Üsküdar Toyk Hamza bazdan arıyor. Osman Yıldırım’da İstanbul Sul Veysel Karani Sultanbeyli’de olduğu anlaşılıyor Osman Yıldırım’ın. Sizde İstanbul Ümraniye Kireç fırını aynı saniyelerde yani iki içerisinde eğer yer değiştirmediyseniz Üsküdar Toyk Hamza, İstanbul Ümraniye kireç fırın, İstanbul Sultanbeyli Veysel Karani üçünüzün bazıda farklı yerlerden veriyor yani aynı telefonu ikinizin aynı anda kullanması mümkün değil gözüküyor. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?”

Sanık Süleyman Esen:”Alparslan’ın olduğu evden bizim evin oraya gitmek arabayla hız yaparsanız 5 dakikayı 3 dakikayı bile almaz. Yani, daha önce dediğim gibi ben Osman Yıldırım’ı tanımam Osman Yıldırım’la hiçbir zaman telefonda görüşmedim.”[1][29]

Yani Alparslan, Süleyman’ın telefonunu kullanmak için arabasıyla hız yapacak, 5 dakika sonra gelip, “şu telefonunu ver de bir Osman’ı arayayım” diyecek. Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil. Parantezi kapatıp devam edelim.

Alparslan, Osman ve Erhan arasındaki irtibata bakalım:

01.53 Osman—Erhan

01.55 Osman—Alparslan

02.07 Osman—Erhan

02.56 Osman—Alparslan

02.58 Alparslan—Osman

03.00 Alparslan—Osman

03.01 Alparslan—Osman

03.02 Alparslan—Osman

03.04 Alparslan—Osman

03.06 Osman—Alparslan

03.07 Alparslan—Osman

“Ne konuşuyorlar” sorusunu artık okurun zekasına hakaret sayıyor ve sormuyorum. Bir gün sonra Cumhuriyet gazetesine bomba atacaklar, ne konuşabilirler?

Ama şunları sormalıyım: Bu görüşmelerin herhangi bir yerinde veli Küçük ya da Muzaffer Tekin var mı?

Peki, bütün bu ilişkiler ağı bir kenara bırakılıp bu isimler nasıl suçlanabilir?

Durun, bitmedi daha…

10 MAYIS – "CUMHURİYET’İ BOMBALAYIN"

9 Mayıs gecesi görüşmeler sabahlara kadar sürmüştü ve bugün Cumhuriyet gazetesine ikinci kez bomba atılacaktı.

Sabah saat 10.49’da Alparslan Osman Yıldırım’ı aradığında her ikisi de kendi evlerinin bulunduğu yerden sinyal veriyordu: Alparslan Üsküdar Toygar Hamza’dan, Osman da Sultanbeyli’den…

Saat 11.54’te Alparslan Osman’ı tekrar aradığında Osman Sultanbeyli’den harekete geçti, saat 13.17’de karşıya geçmişti, Okmeydanı’ndaydı. Saat 13.43’te Erhan Timuroğlu’nu aradı. Baz istasyonlarının değişim hızından oldukça hızlı hareket ettiğini ve TEM güzergâhında olduğu kolayca anlaşılıyor. Bu saatten sonra 14.10’da Ataköy, 14.31’de de Merter McDonalds’dan sinyal verdi.

Buradan hızla geriye döndü, saat 14.51’de Küçük Armutlu’daydı, yani tekrar Anadolu yakasına geçiyordu.

Bu arada Alparslan kız kardeşiyle tam 22 kez mesajlaştıktan sonra Avrupa yakasına geçmişti. Saat 13.53’te Salih Kurter’in evine gitmeden önceki adresi görülebilen son baz istasyonlarından biri olan Showtv-Levent bölgesinden sinyal vermişti. Bundan sonraki bütün görüşmelerini aynı yerden, Şeyh Salih’in evinin de olduğu Gültepe’den yaptı.

Alparslan Arslan’ın kız kardeşiyle mesajlaşmaları hakkında da bir şey söylemem gerekiyor. Eylemlerin yoğunlaştığı günlerde onunla görüşmeleri de sıklaşıyordu. Meselşa 25 Nisan ile 6 Mayıs arasında toplam 4 görüşmeleri varken bu sayı 7 Mayıs’ta 9, 8 Mayıs’ta 59, 9 Mayıs’ta 27, 10 Mayıs’ta ise 113’tü…

Alparslan en kritik saatlerde kız kardeşiyle görüşmeler yapıyordu. Bu ilginçti, çünkü Danıştay cinayetini işlemeye giderken “döngel namazını” da onlara kıldırmıştı. Hatta yolda giderken yolladığı bir mesajda, önlerinde giden arabanın arkasındaki “DUR” yazısı hakkında konuşmuşlar, bunun bir işaret olup olmadığını tartışmışlardı. Bu konu Alparslan’ın psikolojik durumuyla çok ilgili… Kendisini Allah’ın fedaisi, askeri olarak görüyordu, kız kardeşi onun için masumiyetin sembolüydü ve onun kılacağı namazın kendisinden daha makbul olacağını düşünüyordu. Elbette bunlar bizim yorumlarımız, gerçek farklı olabilir ama bu yorumlar Alparslan Arslan’ın, yakınlarının bütün beyanlarını dinleyip, yıllar boyunca haftada 4 gün, onu aynı mahkeme salonunda gözlemledikten sonra yapılmaktadır.

Kaldığımız yerden devam edelim.

Osman karşıya geçtikten sonra saat 15.24’te Alparslan’dan bir mesaj aldı. Ardından Alparslan Osman’ı aradı, bu sırada saat 15.26’ydı ve Osman Bostancı-Gösteri Merkezi yakınlarındaydı. Buradan saat 16.02’de Erhan Timuroğlu’nu aradı.

Saat 16.04’te Alparslan’dan bir telefon daha gelince Osman istikametini tekrar ve süratle Avrupa yakasına çevirdi. O kadar hızlıydı ki, saat 16.30’da Kağıthane’den sinyal veriyordu.

Bu sırada Alparslan da başka görüşmeler yapıyordu, 1 kez Recep Özkan ile iki kez de Orhan Kadı ile görüşmüştü.

Ya Süleyman? O neredeydi bu sırada?

O da sabah saatlerinde Avrupa yakasına geçmişti. Saat 16.00’a kadar Beşiktaş’ta kaldıktan sonra Levent’e doğru ilerlediğini, son sinyalini NOBE ilaç fabrikası yakınlarından vermesinden anlıyoruz. 16.31’den sonraki görüşmelerinin baz istasyonu adresleri de yok, tıpkı Alparslan arslan gibi… Yani yine iki arkadaş Salih Kurter’in evinin olduğu bölgedeler.

Osman Kağıthane’den önce Merter civarına doğru gitti, burada Alparslan telefon etti, saat 16.55’ti. Ardından devam eden trafiğe bakalım:

17.28 Alparslan—Osman

17.34 Alparslan—Osman

17.35 Alparslan—Recep

17.38 Alparslan—Osman

17.39 Recep—Alparslan

18.03 Alparslan—Osman

19.18 Alparslan—Teoman

19.27 Alparslan—Teoman

19.34 Alparslan—Teoman

19.47 Alparslan—Teoman

19.51 Alparslan—Teoman

Bu görüşmeler yapılırken Osman yönünü Çeliktepe’ye doğru çevirmişti. Saat 18.11’de Alparslan’dan bir mesaj aldı, 20.17’de bir mesaj daha aldı. Bu mesajdan sonra tekrar Anadolu yakasına doğru hareket etti. Saat 20.40’ta Bostancı’daydı ve buradayken yine Erhan Timuroğlu’nu aradı, 125 saniye görüştüler. Saat 20.45’te tekrar Erhan’ı aradı, ilkinde bu kez konuşmaları 114 saniye sürdü.

Saat 20.48’de Alparslan Osman’ı aradığında Osman hala aynı yerdeydi ve bundan bir saat sonra Samandıra’ya geçti. Erhan Timuroğlu’nu 21.47’de aradı ve yönünü tekrar Avrupa yakasına çevirdi.

Saat 22.24’te İş Bankası Kulelerinin oradan Alparslan ile görüştü. Alparslan bu sırada saat 20.48’den beri kaldığı adresi görünmeyen o yerden çıkmış, Şişli Çukuru bölgesinden, yani Cumhuriyet gazetesinin etrafından sinyal veriyordu.

Süleyman Esen bu saatlerde Şeyh’in evinin bulunduğu yerdeydi ve saat 21.02’de Küçük Salih’i aradı. Bu görüşme sırasında Kağıthane’de olan Küçük Salih’in telefonu da saat 21.55’te baz istasyonlarının görünmediği o yerdeydi. Yani Süleyman’ın telefonundan sonra harekete geçmişti. Yani saat 21.55’ itibariyle son durum şuydu: Alparslan sahada, Şişli’deydi, artık bombaların atılması için en uygun zaman kollanıyordu, Süleyman ve Küçük Salih ise Şeyh’in evinin bulunduğu bölgedeydi, ve irtibat halindeydiler:

22.28 Alparslan—Osman

22.29 Osman—Alparslan

22.33 Alparslan—Osman

22.58 Osman—Alparslan

23.00 Alparslan—Osman

23.02 Alparslan—Osman

Bu satte, yani saat 23.00’da bomba İsmail Sağır tarafından Cumhuriyet gazetesine atıldı. İfadelerine göre o sırada yanında Osman Yıldırım vardı, ama bu kez pimi çekildiği halde bomba patlamadı. Telefon trafiği tekrar başladı.

23.14 Süleyman—Alparslan

23.15 Osman—Alparslan

23.18 Osman—Alparslan

23.38 Süleyman—Alparslan

Bu konuşmalar Süleyman Esen’e sorulduğunda hatırlamadığını, Küçük Salih’e sorulduğunda ise duymadığını söylüyordu.[1][30] Sanıkların ifadelerine göre sahadakiler hep birlikte Coco Bar denilen yere gittiler. Alparslan kızgındı: “sizin imanınız zayıf o yüzden patlamıyor” diye bağırıyordu.

Buradaki toplantının ardından dağıldılar. Bu arada Alparslan kız kardeşiyle mesajlaşmaya devam etti, gün boyunca tam 113 kez mesajlaştılar. O gün grup içindeki son görüşme 00.53’te Osman ile Erhan arasında oldu.

11 MAYIS – "OSMANLI’NIN TORUNLARIYIZ"

Üst üste iki başarısız eylemin sonunda Alparslan Arslan 11 Mayıs günü saat 16.10’da bombayı attı. Elindeki, üzerinde Arapça yazılan başörtüsünü bahçenin korkuluklarına asıp “Osmanlı’nın torunlarıyız, bu toprakları geri toplayacağız” diye bağırdı. Hatta kaçarken havaya bir el ateş bile etti.

İşte kendini “Allah’ın askeri” olarak gören Alparslan Arslan ilk zaferini elde etmişti. Bunun yarattığı psikolojiyi anlamaya çalışılalım, üst üste iki kez denendi, bunu deneyenler içki içip kumar oynayan insanlardı ve Alparslan onlarla sırf kullanabilmek için beraber oluyordu. Ama attıkları bombalar patlamamıştı. Kendisi ise Allah’ın askeriydi ve işte o patlamayan bombalar kendi eli değince patlıyordu.

Gelin o güne biraz daha yakından bakalım.

O gün sabahtan gece yarısına kadar tam 90 kez kız kardeşiyle mesajlaşmıştı.

Karşıya öğleden sonra geçti. Kız kardeşiyle mesajlaşmak dışında pek az görüşme yaptı. Diğer sanıkların ifadelerine göre o gün Coco Bar’a geldiklerinde Alparslan ve Osman oradaydı.

Kararını vermişti, kendisi atacaktı bombayı. Alparslan gazeteyi bombalamaya giderken yanına Erhan ve İsmail’i de aldı, Erhan Timuroğlu’nun ifadelerine göre Osman da o sırada gözcülük yapıyordu.

Cumhuriyet gazetesinin etrafında sadece onlar yoktu. Telefon sinyallerine göre Süleyman Esen de tıpkı Alparslan gibi öğleden sonra karşıya geçmişti ve saat 14.35’ten itibaren tam o bölgedeydi. Süleyman saat 15.02’de buradan Küçük Salih’i aradı. Cep telefonu saat 17.55’e kadar Abide-i Hürriyet, Şişli-Kocamansur, Şişli Çukuru bölgesinden sinyal verdi. Yani tam olarak bombalama eyleminin yapıldığı saat aralığı…

Saat 16.10’da bomba atıldıktan sonraki telefon trafiği oldukça dikkat çekici.

16.11 Süleyman—Küçük Salih(Bomba atıldıktan hemen sonra)

16.35 Alparslan—Şeyh Salih (dikkat edilsin, Alparslan o sırada hala olay yerinden kaçıyordu. İçinde bulunduğu sevinç ve zafer duygusunu da düşününce bu telefonun anlamını kavramak hiç de zor değil)

16.41 Küçük Salih—Süleyman

Bu arada Alparslan yakınlardaki bir camiye girerek namaz kıldı: Şükür namazı… Çok sevinçliydi. Telefon trafiğine yeni isimler eklendi.

17.23 Alparslan—Hilmi Öztürk(Kemalettin Gülen’in bürosunda birlikte çalışıyorlar)

17.39 Alparslan—Süleyman

17.40 Alparslan—Süleyman

Yani Alparslan için bir sıralama yapılırsa bombalamadan sonra aradığı ilk üç kişi Şeyh Salih, Hilmi Öztürk ve Süleyman Esen…[1][31]

Buradan sonra grubun hareket istikameti aynıydı. Süleyman en son 17.55’te Mecidiyeköy’den sinyal verdi ve ondan sonra baz istasyonlarının görünmediği o yere gitti. Alparslan Arslan da saat 18.20’de tekrar Şeyh Salih’i aradığında Gültepe-Micro’daydı. Burası Şeyh Salih’in evine en yakın baz istasyonu ve onun da bundan sonraki baz istasyonunun adresleri görünmüyor. Yani o akşam, Süleyman, Küçük Salih ve Alparslan Şeyh Salih’in evinde toplandılar. Ve gece geç saatlere kadar da oradaydılar

Alparslan bütün gün boyunca tam 90 mesaj yolladığı kız kardeşine en az mesajı Şeyh Salih’in evindeyken yolladı: 4 saatte 5 mesaj.

Bugün Alparslan için çok önemliydi, artık Allah’ın askeri olarak ilk başarılı eylemini yapmıştı. Patlayan bombanın gürültüsü ise ertesi gün daha çok duyulacaktı…

12 MAYIS – ZAFER

O gün patlayan bombanın sesinin ülkede en çok duyulduğu gündü ama bu ses Alparslan’ın çevresinde çok daha farklı duyulmuştu. Telefon trafiğini izlemek hiçbir yoruma gerek bırakmayacak.

Alparslan sabah il mesajını kız kardeşinden aldı. O gün boyunca aralarında sadece 10 mesaj yollandı. Bir gün önceki 90 mesajla kıyaslayınca dikkat çekiyor.

13.21 İsmail—Osman

13.28 Osman—Alparslan

13.47 Alparslan—Teoman

13.49 Alparslan—Erhan Timuroğlu

14.00 Alparslan—Erhan Timuroğlu

14.02 Osman—Erhan Timuroğlu

14.04 Osman—Alparslan

14.07 Alparslan—Osman

14.11Osman—Erhan Timuroğlu

14.41 Osman—Erhan Timuroğlu

14.41 Süleyman—Küçük Salih

15.06 Osman—Erhan T.

15.10 Osman—Erhan T.

15.14 Osman—Erhan T.

15.23 Alparslan—Hilmi Öztürk(Hilmi Öztürk bu görüşmeden hemen önce Kemalettin Gülen ile görüştü)

15.23 Alparslan — Hamza

15.23 Hamza—Alparslan

15.24 Hamza—Alparslan

15.25 Alparslan—Hamza

15.25 Hamza—Alparslan

15.49 Alparslan—Erhan

15.50 Küçük Salih—Süleyman

16.41 Osman—İsmail

16.42 Osman—Alparslan

16.46 Osman—İsmail

16.48 Osman—İsmail

17.01 Alparslan—Osman

17.38 Osman—Alparslan

17.54 Osman—Erhan T.

18.04 Osman—Erhan T.

18.18 Osman—Erhan T.

18.10 Osman—Erhan T.

18.11 Osman—Erhan T.

18.12 Alparslan—Osman

18.31 Osman—Alparslan

18.46 Alparslan—Osman

19.14 Alparslan—Osman

19.25 Osman—Alparslan

19.56 Alparslan—Osman

20.15 Süleyman—Alparslan

20.17 Alparslan—Osman

21.53 Osman—Alparslan

Bu arada belirtelim ki, Süleyman Esen ve Küçük Salih Hoca akşam saat 19.00’dan sonra yine Şeyh Salih’in evindeydiler. Gün içinde Süleyman Esen, Alparslan Arslan, Kemalettin Gülen, Hilmi Öztürk, Küçük Salih, Erhan Timuroğlu ve İsmail sağır arasında tam 42 görüşme yapıldı.

13 MAYIS – "OKUYUN ŞU ARKADAŞI"

Takvim işliyordu. Bu süre içinde Danıştay saldırısı için gerekli hazırlıklar yapılıyordu.

10.39 Süleyman—Küçük Salih

11.44 Alparslan—Süleyman

11.57 Alparslan—Süleyman

12.19 Alparslan—Süleyman

12.25 Süleyman—Küçük Salih

12.34 Alparslan—Süleyman

12.37 Süleyman—Alparslan

12.38 Alparslan—Küçük Salih

13.47 Alparslan—Küçük Salih

14.07 Alparslan—Süleyman

14.35 Osman—Erhan T.

14.59 Osman-Süleyman

15.00 Osman—Süleyman

15.02Osman—Erhan T.

15.27 Osman—Alparslan

15.44 Küçük Salih Süleyman

15.51 Osman—Alparslan

16.34 Alparslan—Teoman

16.44 Osman—Alparslan

17.26 Alparslan—Teoman

17.32Teoman—Alparslan

17.32 Teoman—Alparslan

17.47 Alparslan—Teoman

17.54 Alparslan—Süleyman

18.05 Osman—Alparslan

18.11 Alparslan—Süleyman

18.15 Osman—Alparslan

18.18 Osman—İsmail

19.25 Küçük Salih—Süleyman

19.53 Osman—Alparslan

19.54 Osman—İsmail

19.55 Osman—İsmail

20.16 Alparslan—Osman

20.30 İsmail—Osman

20.38 Osman—İsmail

20.43 Osman—Alparslan

20.52 Alparslan—Osman

20.54 Osman—Alparslan

21.05 Alparslan—Teoman

21.08 Osman—Alparslan

21.10 Alparslan—Teoman

21.15 Alparslan—Süleyman

21.18 Osman—Alparslan

21.31 Osman—Alparslan

21.43 Osman—Alparslan

21.54 Osman—Alparslan

22.57 Osman—İsmail

23.07 Osman—Alparslan

23.25 Alparslan—Osman

23.34 Alparslan—Osman

23.39 Alparslan—Osman

23.52 Osman—İsmail

00.01 Osman—Alparslan

00.03 Alparslan—Osman

00.06 Alparslan—Orhan Kadı

00.07 Alparslan—Osman

00.52 Alparslan—Osman

01.15 Süleyman—Alparslan

Toplam 58 görüşme yapıldı. Alparslan Arslan o gün tam 42 kez de kız kardeşiyle mesajlaştı. Akşam saatlerinde Şeyh Salih’in evinde Küçük Salih ve Süleyman ile birlikteydiler. Şeyh Salih Alparslan’ı göstererek Küçük Salih’e “bu arkadaşı okuyun” dedi.[1][32] Bunun üzerine ertesi gün Alparslan’a bir ayin yapıldı. Ayin diyorum çünkü yapılanların dinler bir ilgisi yoktu ama şöyle bir gerçek vardı Alparslan o okumadan sonra Danıştay cinayeti için Ankara’ya gidecekti.

Burada dikkatinizi çekmelidir, Alparslan’a daha önce yapılan okuma seansı 7 Mayıs’taydı, arkasından Cumhuriyet eylemleri geldi.

14 MAYIS – CİHAD’A HAZIRLIK

Alparslan Arslan Ankara yolculuğunun hazırlıklarını yaptı. Alparslan o gün sadece madden ve cephaneyle değil manevi olarak da donanmalıydı.

O gün Süleyman Esen ve Küçük Salih yaşar Alparslan’ın evine geldiler. Fakat dikkatimizi çekmiştir, ifadelerinde hem Alparslan hem de Süleyman Küçük Salih Hoca’nın da o buluşmada olduğunu söylemekten kaçındılar. Bu durum yıllar sonra Ergenekon mahkemesinde telefon sinyal bilgilerinin incelenmesiyle ortaya çıktı. Uzun uzadıya anlatıldı, tartışıldı, soruldu. Vakit gazetesinin Danıştay üyelerinin fotoğrafını bastığı sayısını da o gün aldı. Bakın o gün nasıl bir trafik yaşandı.

Alparslan’ın sabah saat 11.18’deki ilk iletişimi, o gün 70 mesaj alıp yolladığı kız kardeşiyle oldu. Öğleye kadar birbirlerine mesajlar attılar.

Saat 13.40’da Süleyman Esen’i aradı, kendisi Üsküdar’da Süleyman ise Ümraniye-Kireçfırını’ndaki evindeydi. Saat 13.57’de Süleyman’ı arayan Küçük Salih ise Ümraniye-Molla Gürani’den sinyal veriyordu. Burası fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden Anadolu yakasına geçerken TEM üzerinde bulunan bir viyadüktü. Yani Küçük Salih Hoca da Anadolu yakasına geçiyordu.

Bu arada Alparslan’ın telefon trafiği şöyleydi:

14.35 Alparslan—Hilmi

14.44 Alparslan—Hilmi

14.46 Alparslan—Osman

14.50 Alparslan—Aykut Metin Şükre

‘deAlparslan bu görüşmeleri yaparken Kadıköy-Natilius’a gelmişti. Saat 14.57’de Osman ile görüştü. Saat 15.31’de Süleyman, Ümraniye-Sondurak’tan Alparslan’ı aradı. Aynı saatlerde Küçük Salih’in telefonu da Sondurak’tan sinyal veriyordu. Buluştukları anlaşılıyordu, ki zaten birlikte olduklarını ifadelerinde de söylediler. Süleyman 15.59’da Alparslan’ı bir kez daha aradı, Alparslan o sırada Altunizade’deydi. Alparslan bu arada İsmail Sağır ve Osman ile de 3 kez mesaj alışverişi yaptı ve saat 16.33’te Zeynep Kamil’deydi. Buradan da Aykut Metin Şükre’yi aradı. Ondan Glock marka silahları alacaktı.

Saat 16.34’te Süleyman Alparslan’ı aradı, bu sırada Süleyman da Zeynep Kamil’deydi ama anlaşıldığı kadarıyla buluşmadılar, çünkü Süleyman saat 16.54’te Alparslan’ı tekrar aradığında Küçük Salihle birlikte Alparslan’ın evinin olduğu toygar Hamza’daydı. Alparslan’ın evine gittiler, evde Alparslan’ın ev arkadaşı Fetullah Kaya vardı, Alparslan’ın gelmesini beklemey başladılar.

Alparslan saat 16.57’de Aykut Metin Şükre ile bir görüşme daha yaptı. Ardından saat 17.17’de Süleyman’ı aradı, bu sırada kendi evine doğru yönelmiş, Üsküdar-Ahçıbaşı’na gelmişti. Buradan evine gitti ve bekleyen arkadaşlarıyla buluştu.

Bundan sonra Şeyh Salih’in söylediği o okuma seansı yapıldı. En erken saat 20.16’ya kadar, tam 4 saat boyunca her üçü de buradaydılar. Çünkü Süleyman’ın telefonu bu saatte Üsküdar-yapı Kredi’den sinyal veriyordu. Evden ayrılmışlardı. Alparslan da mahkemedeki ifadelerinde evde 3-5 saat kaldıklarını söyledi.[1][33]

Burada araya girip, “Alparslan’ın, o dönem baskı altında olduğunu ve bağımsız bir varlık olmadığını” söylediğini tekrar hatırlatıyorum.[1][34]Alparslan neyini hangi gücün baskısı altında olabilir sorusunun cevabının artık yeterince anlaşıldığını düşünüyorum. Devam ediyorum.

Alparslan bundan sonra saat17.48, 20.18, yine 20.18 ve 20.19’da olmak üzere tam 4 kez Hilmi Öztürk ile görüştü.[1][35]

Alparslan saat 20.49’da ve 21.05’te Aykut’u, saat 21.28’de de tekrar Hilmi’yi aradığında evden çıkmıştı, telefonu, Selimiye, Küçük Çamlıca, Namazgah ve Zeynep Kamil istikametinden sinyal verdi. Kemalettin Gülen ve Hilmi Öztürk’ün birlikte çalıştıkları büroya gitti. Vakit gazetesinin internet arşivinden birkaç suret bilgisayar çıktısı aldı. Baş sayfada hedef olacak olan Danıştay 2. daire üyelerinin büyük boy ve güncel fotoğrafları vardı. Alparslan’ın ifadelerine göre daha önce Danıştay 2. Daire üyelerine telefonda küfreden ve yine Alparslan’ın ifadelerine göre Mustafa Birden’in telefon numarasını bularak Alparslan’a veren Kemalettin Gülen[1][36] o sırada büroda değildi.

Alparslan bu gazete nüshalarını aldı. Saat 23.09’da evindeydi.

O gün, Ankara yolculuğu için tek hazırlık yapan Alparslan değildi. Alparslan, Osman, Erhan Timuroğlu ve İsmail sağır arasında tam 19 görüşme yapıldı. Yarın Türkiye’yi sarsan o yolculuğa çıkacaklardı.

Avukat Zeynep Küçük, 14 Mayıs’taki bu buluşmalar için mahkeme salonunda şöye diyordu: “Siz Alparslan’ın Danıştay saldırısı için yola çıkmadan önceki son gün nerede olduğunu, kimlerle olduğunu dosyadan görebildiniz mi? Alparslan Danıştay için o “cihada” giderken kiminle görüştü, kiminle konuştu, nereden aldı o cesareti görebildiniz mi?”

Sahiden de kimse bu telefon irtibatlarına bakmamıştı. Yine mahkeme zabıtlarından çarpıcı bir örnek verelim: Danıştay saldırısına kadarki en son iki aylık dönemde Hilmi Öztürk Alparslan ile 20 kez, Kemalettein Gülen ile 28 kez görüştü.

Bu bağlantıların neden incelenmediğini anlamak gerçekten imkânsız…

15 MAYIS – ÖLÜME TAŞIYANI UĞURLAMAK

Gerçekten de ölüm taşıyordu Alparslan Arslan. Hem zihninde hem de arabasının torpido gözünde…

O gün saat 18.00’e kadar bütün hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Yanında Osman, Erhan ve İsmail vardı.

Sabah erken kalktı. O gün 23 kez mesajlaştığı kı8z kardeşi ilk mesajını 07.27’de atmıştı. Kalktı ve diğer görüşmelerine başladı.

08.56 Alparslan—Süleyman(Bu görüşmeyi yaptığı sırada Alparslan Kadıköy- Bahariye’deydi. Ardından iki yol arkadaşını aradı)

09.51 Alparslan—İsmail S.

09.52 Alparslan—Erhan T.

Buradan hareket etti. 12.52 ve 13.34’te Osman ile görüştüğünde ise Ataşehir’den sinyal veriyordu ve bu saatlerde Osman da aynı bölgeye gelmişti. Buradayken bir gün önce kendisine okuma seansı yapan Küçük Salih Hoca ve Süleyman ile yoğun bir telefon trafiği başladı:

13.55 Süleyman—Alparslan

13.56 Küçük Salih—Alparslan

13.58 Küçük Salih—Alparslan

14.02 Süleyman—Alparslan

14.04 Süleyman—Küçük Salih

14.05 Süleyman—Alparslan

14.06 Süleyman—Küçük Salih

Alparslan’ın yola çıkmasına birkaç saat var ve sadece 11 dakika içinde 3 kişi arasında tam 7 görüşme yapıldı…

Devam edelim.

Alparslan bu görüşmelerden hemen sonra tam 5 kez(saat 14.49, 15.12, 16.10, 16.21 ve 16.32) Aykut Metin Şükre’yi aradı. Alparslan Danıştay cinayetinde kullandığı silahları onun aracılığıyla satın almıştı fakat belirtmeliyim ki, aralarındaki ilişki aynı muhitin çocuğu olmaktan ileri geçmiyordu. Daha önce de yazdığım gibi İstanbul’da her gün yüzlercesi yapılan sıradan bir ruhsatsız silah alışverişiydi.

Saat 16.41’de Alparslan, Osman’ı aradı. Ardından tekrar Küçük Salih Hoca ve Süleyman ile bir telefon trafiği başladı.

16.54 Alparslan—Küçük Salih

16.56 Küçük Salih—Süleyman

16.57 Süleyman—Alparslan

17.00 Süleyman—Küçük Salih

Küçük Salih Hoca olarak bilinen Salih yaşar mahkeme önünde bu konuşmalar hakkında sorulan sorulara hep aynı cevabı verdi: “Hatırlamıyorum”, “bilmiyorum.”

Alparslan bu görüşmelerden sonra tekrar yol arkadaşlarına döndü, 8 görüşme yaptılar:

16.25 Alparslan—İsmail Sağır

16.50 Alparslan—İsmail S.

16.54 Alparslan—İsmail S.

17.13 Osman—Alparslan

17.16 Alparslan—Osman

17.17 Alparslan—Osman

17.58 Osman—Alparslan

18.01 Osman—Alparslan

Ankara’ya giderken yoldan Teoman ve Orhan Kadı’yı aradı.

20.17 Alparslan—Teoman

21.02 Alparslan—Teoman

21.05 Alparslan—Orhan Kadı

Danıştay 2. daire başkanı Mustafa Birden’in ev telefon numarasını gömleğinin cebinde unutmuştu. Orhan Kadı2dan o numarayı kendisine bildirmesini istedi. Alparslan yolda hiçbir şey yiyip içmedi, pek fazla da konuşmadı.

O sırada İstanbul’da ise Süleyman Küçük Salih ile görüşüyordu:

21.39 Küçük Salih—Süleyman

21.40 Küçük Salih—Süleyman

İfadelere ve baz istasyonu raporlarına göre Küçük Salih hoca o gece de Şeyh Salih’in evine gitti.

Ankara yolunda Alparslan’ın kardeşiyle mesajlaşmaları da devam etti. Hatta Ankara’ya varıp Ulus’taki Selvi Otel’e yerleştikten sonra Alparslan adeta sabaha kadar uyumadı, telefon görüşmeleri yaptı, kız kardeşiyle mesajlaşmaya devam etti. En son mesaj 05.44’teydi.

Bu arada bir bilgi daha aktarayım Ergenekon mahkemesinde dinlenen sanıklardan biri de Nusret Aras’tı. Osman Yıldırım’ın Ankara’da yaşayan bir akrabası… O gece Osman onu telefonla aramış ve kaldıkları otelin lobisine çağırıp görüşmüştü. O sırada yanlarında Vakit gazetesinin nüshaları vardı ve Nüsret Aras ile bu gazetenin manşetindeki fotoğraflar üzerine bir konuşma yapmışlardı. Nüsret Aras’ın beyanına göre Osman o gazeteyi göstererek:

“Bu….çocukları yüzünden memleket karışacak” demişti.[1][37]

Bu ifade Osman Yıldırım’ın Danıştay’a yapılacak saldırıdan haberdar olduğunu gösteriyordu. Ama hakimlerin ve savcıların soruları ısrarla Nüsret Aras’a gösterine gazetenin başörtülü domuz karikatürü olup olmadığıyla ilgiliydi. Adam defalarca kendisine gösterilenin bir karikatür değil fotoğraf olduğunu söylüyordu ama nafileydi, sorular yine aynı istikamette geliyordu. Eğer Nüsret Aras’ın gördüğü Cumhuriyet gazetesi olsaydı Osman Yıldırım’ın Danıştay saldırısından sorumlu olmadığı konusunda bir izlenim doğacaktı.

Oysa yanlarında……………..tarihinde yayınlanan Cumhuriyet gazetesinin olduğuna ilişkin bir tek ifade yoktu. Nedendi bu ısrar. Üstelik Danıştay cinayetinden hemen sonra Ankara Emniyet Müdürlüğü ifadesinde de kendisine gösterilenin domuz karikatürü olduğu yazılıydı. Fakat işin aslı çok başkaydı.

Tanık, fotoğraf ile karikatür arasındaki farkı bile bilmiyordu, onu da Ergenekon savcısı Nihat taşkın anlattı:

“Tanık Nüsret Aras: “Hayır efendim hiç hatırlamıyorum. Çünkü gazete elindeydi ama karikatür nedir ben bilmiyorum şimdi karikatür bilseydim diyecektim budur yani.”

Cumhuriyet Savcısı Nihat Taşkın: “Anlamadım tekrar eder misiniz?”

Tanık Nüsret Aras: “Dedim karikatürün ne olduğunu bilmiyorum. Bilseydim diyecektim budur.”

Cumhuriyet Savcısı Nihat Taşkın: “Yani şimdi, şimdi size şöyle söyleyeyim karikatür işte yani çizgilerle işte belli bir olayı anlatma yani fotoğraftan ayrı yani mesela buradan sizin resminizi çekeriz gazeteye basarız fotoğraf resim filan denir. Karikatürse yani belli bir olayı yani resim çizer gibi kalemle çizer gibi kara kalem özellikle o karikatür o şekilde. Diyelim ki kalemle bir domuz resmi çizip onun işte başına türban takma falan şeklinde yani böyle bir şey. Bunun biraz sonra size şey yapabiliriz bulursak gösterebiliriz. Yani karikatür ile fotoğrafın arasındaki hani kabaca fark bu şekilde size anlatabilirim.”

En sonunda karikatürün gösterilmesine karar verildi. Nüsret Aras’ın tepkisi çok doğaldı:

“Cumhuriyet Savcısı Nihat F: “Onu buldum Sayın Başkan müsaade ederseniz gösterelim tanığa. Yalnız gazete içerisinde değil de sadece yani olduğu gibi gösterebilirsek daha iyi olur kalemden bulup ben sadece karikatürü bulabildim.”

Mahkeme Başkan: “Otelde Osman Yıldırım’la görüştüğünüzde gördüğünü söylediğiniz şuanda monitörde gösterilen karikatür müydü gazetedeki karikatür?”

Tanık Nüsret Aras: “Yok bu değildi. Şimdi Sayın savcım ben tam hatırlamıyorum desem böyledir yalan olur desem şöyledir yalan olur huzurunuzda yalan konuşsam 50 yaşına gelmişim nasıl yalan söyleyeceğim sizin karşınızda.”

Bir daha soruldu:

“Üye Hakim Hüsnü Çalmuk: “Tamam. Şimdi emniyete gittiğin zaman ifadeni verirken bu karikatürden bu resimden bahsettin mi sen?”

Tanık Nüsret Aras: “Hayır efendim bahsetmedim.”

Üye Hakim Hüsnü Çalmuk: “Yani polis sana herhangi bir karikatür gösterdi mi?”

Tanık Nüsret Aras: “Polisler bana gösterdiler.”

Üye Hakim Hüsnü Çalmuk: “Aynısını mı gösterdiler?”

Tanık Nüsret Aras: “Valla bilmi… şöyle çizgili idi. Çizgili çizgili bir şeyler vardı. Dedi…”

Üye Hakim Hüsnü Çalmuk: “Biraz önce size gösterilen gibi mi yoksa farklı mı?”

Tanık Nüsret Aras: “Hayır efendim, o değildi, o şeye benziyor.”

Üye Hakim Hüsnü Çalmuk: “Neye benziyor?”

Tanık Nüsret Aras: “Yani o burun murun var onun.

Üye Hakim Hüsnü Çalmuk: “Neyi var?”

Tanık Nüsret Aras: “Burnu var onun.”

Üye Hakim Hüsnü Çalmuk: “Senin gördüğün fotoğrafta ne vardı veya resimde?”

Tanık Nüsret Aras: “Valla benim gördüğüm fotoğraf yani gördüğüm fotoğraf tam olarak bilmiyorum, nasıl olduğunu bilmiyorum.”

Adam ısrarla kendisine gösterine şeyin karikatür olmadığını fotoğraf olduğunu dili döndüğünce ve eksik Türkçesiyle anlatmaya çalışıyordu ama hakimin sorusu yine aynı şekilde geliyordu: “sana gösterilen karikatür”… hayır karikatür değildi, o hakimlerin fotoğrafıydı ama..

Alın bir örnek daha:

“Mahkeme Başkanı: “Bu elindeki gazete ile karikatürü gösterdiğini söylüyorsunuz, durup dururken niye gösterdi böyle bir karikatürü?”

Tanık Nüsret Aras: “Valla efendim bende anlamadım yani gazeteyi bana gösterdi fotoğrafta vardı üzerinde yalnız ne olduğunu bana desem Osmandemiş ki ya bu karikatür böyleymiş ya şöyleymiş bu şöyledir. Ben onu bilmiyorum onu söylemedi bana. Sadece gazete elindeydi.”[1][38]

Bölüm biraz uzadı ama yeri gelmişken bu “sorgulama” denilen şeyi sizlere göstermem gerekiyordu.

16 MAYIS – CAN PAZARINDA KEŞİF TURU

O gün Alparslan ilk görüşmesini sabah 09.39’da kardeşine bir mesaj yazarak yaptı. Gün boyunca da toplam 19 kez mesajlaştılar.

Alparslan, o sabahtan öğleye kadar Danıştay binasında keşif yaptı. Ankara’da bazı kişilerle buluştu, bazılarıyla telefonla görüştü. Ertesi gün de Danıştay saldırısını yaptı.

Danıştay binasına keşif yapmaya İsmail ve Erhan ile birlikte gitti. Yanlarında Osman yoktu.

Danıştay binasındaki keşfi Alparslan yaparken diğerleri bina yakınlarında arabanın içinde beklediler.

Alparslan Arslan bu keşfi yaptığı sırada saat tam 10.52’de Süleyman Esen, Alparslan’ı aradı, 95 saniyelik bir görüşme yaptılar. Bu sırada Alparslan’ın telefonu Sıhhiye Köprüsü-Necatibey Caddesi bölgesinden sinyal veriyordu. Saat 11.35’de arabanın içinde bekleyen İsmail Sağır’ı aradı. Tekrar buluştular. Bu arada otele dönen Osman Yıldırım İsmail’i aramaya başladı. İsmail ile Erhan ifadelerine göre Alparslan’dan ayrılmış, Ankara’yı geziyorlardı.

11.43 Osman—İsmail

12.45 Osman—İsmail

13.30 Osman—İsmail

13.38 Osman—İsmail

15.51 Osman—İsmail

Otele döndüler ve buluştular. Bundan sonra da Alparslan’ı aramaya başladılar.

17.36 Osman—Alparslan

17.37 Alparslan—İsmail

17.40 Alparslan—İsmail

İfadelerine göre bu konuşmalarda Osman, Alparslan’a nerede olduklarını tarif etmeye çalışıyordu ama bir türlü buluşamıyorlardı.

Bu görüşmeler yapılırken Alparslan hala Necatibey Caddesi yakınlarında Osman ise Ulus yakınlarındaydı.

17.57 Alparslan—Osman

17.59 Osman—Alparslan

Bu sırada Alparslan Adliye Sarayı yakınlarına gelmişti.

Saat 18,15’te Süleyman Esen Alparslan’ı aradı ve tam 247 saniyelik bir görüşme yaptı. Sorduk, “hal hatır sormak için aradığını” söyledi. Yerseniz artık. Biz devam edelim.

Süleyman ile arasındaki bu görüşmeden hemen sonra Alparslan Osman ile saat 18.19 ve 18. 26’da iki görüşme daha yaptı.

Bu görüşmelerden hemen sonra Alparslan saat 18.32’de tekrar Süleyman’ı aradı. İlginç değil mi? “Hal hatır soruşturması” işte…

Nihayet Kocatepe Camii yakınlarında bir benzin istasyonunda buluştular.[1][39] Alparslan buluşmayı şu sözlerle anlattı: “ben biraz kızdım. Bana küstü. ‘Neden bir şeyden haberim yok’ dedi. Ben de kendisine ‘senden bir şey olmaz’ dedim. Daha sonra kendisi İstanbul’a dönmek istedi, sonra çocuklar ikna ettiler arabaya bindi, birlikte otele döndük…”

Burada bir parantez açmalıyım. Bu sıradan bir kavga değildi. Buradaki anlaşmazlığın temel nedeni Alparslan’ın Erhan ve İsmail ile keşif yapmaya çıkarken Osman’ı yanına almamış olması olabilir miydi? Çünkü anlaşıldığı kadarıyla bir plan değişikliği vardı ve Osman da buna sinirleniyordu. Peki neydi bu plan değişikliği?

Osman benzinlikteki konuşmadan sonra çeşitli mahkemelerde dosya takipçiliği yapan bir tanıdığını, Sinan Berberoğlu’nu aradı. Ona Danıştay’da bir işi olduğunu söyledi ama Berberoğlu Ankara’da değildi. Osman Yıldırım’ın Danıştay’da ne işi olabilirdi?

Burada bir kanaatimi paylaşmalıyım. Alparslan Arslan sürekli olarak Daire Başkanını yalnız yakalamaya çalıştı. Otopark’ta arabasını aradı bulamadı. Kargo şirketinden arıyormuş gibi yapıp evinin adresini öğrenmeye çalıştı olmadı. Acaba plan değişikliğinin nedeni bu muydu ve Osman Yıldırım bunlardan birini öğrenmek için mi Sinan Berberoğlu’nu aradı?

Sadece soruyorum? Çünkü bu soruları ne soruşturma ne de mahkeme aşamasında soran oldu.

Devam edelim.

Ve kavgadan sonra otele gittiler ve Alparslan tekrar dışarıya çıktı. Buluşmak için saat 20.58 ve 21.05’te iki görüşme yaptığı kişi Tarkan Toper’di… Eski Milliyetçi Çalışma Partisi’nin gençlik örgütü olan Ata Ocakları’nın eski Genel Başkanıydı. ABD’nin Irak’ın kuzeyinde büyük ihalelerini alan “gazeteci” İlnur Çevik’in de avukatıydı. Kardeşi ile İlnur Çevik’in iş ilişkisi vardı.

Qalparslan ile görüştüğü sırada Tarkan Toper içkili bir lokantada, yanında bir kız arkadaşıyla yemekteydi. Bulunduğu yeri tarif etti. Alparslan buluşmaya geldi. Fakat ortam Alparslan için ziyadesiyle rahatsız ediciydi. Kısa süre sonra izin isteyip oradan ayrıldı. Alparslan’ın bu görüşmelerde bir arayış içinde olduğu kesin ve esas bilinmeyen ne aradığı? İfadesine göre Tarkan Toper’den Danıştay 2’nci Daire Başkanı ile bir görüşme ayarlamasını istedi, o da bunu yapamayacağını söyledi. Acaba Alparslan Arslan sadece bunu mu istemişti? Yoksa bütün gün boyunca aradığı ama bulamadığı adres bilgilerini ve Mustafa Birden’in arabasını mı öğrenmeye çalışıyordu? Bunu kendisi anlatmadığı sürece hukuki anlamda bilebilmek imkansız, fakat bu iletişim trafiği de neler olduğu konusunda kuvvetli bir kanaat oluşmasına yetiyor aslında.

Alparslan Arslan’ın telefonu gece yarısı Eşdost Sokak’tan sinyal veriyordu. Yani Otele dönmüştü.

17 MAYIS – SÜRPRİZLERE HAZIRLIK OLUN

O gün Türkiye için kara bir gündü. Sabah saat 09.30-10-00 arasında Alparslan arslan tek başına Danıştay binasında içeri girdi ve Danıştay 2. Daire üyelerine kurşun yağdırdı. Ateş ederken ve bina çıkışında kendisini yakalayan polisle boğuşurken, “Osmanlının torunlarıyız, ya da Allah’ın askeriyiz” türünden bir slogan attı.

Hükümet yandaşları bu saldırıdan sonra gelen tepkilere karşı, tartışmayı hep şu yöne sürüklediler: “ateş ederken Allah’ın askerleriyiz diye bağırmadı.”

Ve…

“Bu da cinayetin nedeninin başörtüsü olmadığını gösterirdi.” Öyle diyorlardı.

Peki, bu neyi değiştirirdi? Bağırması, bağırmaması ya da bağırırken ne söylediği neyi değiştirirdi?

Asıl bakılması gereken şey Alparslan’ın ne söylediği değil kimlerle irtibatlı olduğuydu.

Bu saldırının Alparslan’ın yakın arkadaş çevresinde nasıl yankı bulduğuna bakalım.

Saat 10.43’de Hilmi Öztürk önce Kemalettin Gülen’i aradı, 137 saniyelik bir görüşme yaptı. Ardından da saat 10.50’de Süleyman Esen ile görüştü. İlk görüşme buydu…

10.56 Kemalettin Gülen—Hilmi

11.05 Burhan—Hilmi

11.06 Hilmi—Kemalettin Gülen

11.11 Kemalettin Gülen—Hilmi

11.14 Küçük Salih—Şeyh Salih

11.19 Şeyh Salih—Süleyman

11.22 Küçük Salih—Süleyman

11.41 Teoman—Süleyman

11.43 Salih Uçar—Hilmi

11.45 Hilmi—Salih Uçar

11.52 Teoman—Süleyman

11.55 Teoman—Hilmi

12.01 Kemalettin Gülen—Hilmi

12.07 Hilmi—Kemalettin Gülen

12.14 Hilmi—Kemalettin Gülen

13.04 Orhan Kadı—Süleyman

13.13 Salih Uçar—Hilmi

14.50 Şeyh Salih—Süleyman

16.08 Küçük Salih— Şeyh Salih

16.17 Orhan Kadı—Süleyman

Süleyman ve Küçük Salih o gün akşamüzeri derhal Şeyh’in evine gittiler, gece yarısına kadar da oradaydılar.

Bir de Alparslan’ın Ankara’daki yol arkadaşlarına bakalım.

Osman Yıldırım saldırı günü için sürekli olarak saat 14.00’e kadar otelde uyuduğunu, saldırıyı televizyondan öğrendiğini söyledi. Fakat otel kayıtlarında görünmüyordu. Dahası telefon baz istasyonu raporlarına göre sabah saatlerinden itibaren dışarıda ve Danıştay’dan Ulus’a doğru uzanan Çankırı Caddesi üzerindeydi.

11.39’da, 11.47 ve 11.48’de, yani saldırıdan hemen sonra buradan görüşmeler yapmıştı. İlk sinyalin geldiği Çankırı Caddesi ile Danıştay binasının arası 8-10 dakikalık bir mesafedeydi. Diğer iki sinyal de Selvi Otel’in yakınlarındaki YİBA çarşısından geliyordu.

Elbette Osman Yıldırım ne baz istasyonu raporlarını nede otel kayıtlarını kabul etti.

Otele gitti, arkadaşlarını aldı ve doğruca AŞTİ’ye götürdü. Saat 12.04’ten, 13.01’e kadar AŞTİ’deydi. Kendisi onlarla gitmiyordu, sebebini soran arkadaşlarına Alparslan’ın arabasını alacağını söyledi.

Her nedense savcıların dikkatini bile çekmedi. Madem Osman Yıldırım’ın anlattığı gibi Alparslan Arslan kimseye haber vermeden gidip bu cinayeti işlemişti ve kendisi de o sırada uyuyordu, arabanın nerede olduğunu nasıl bilebilirdi?

Eğer birlikte bıraktıkları ya da kararlaştırdıkları bir yerde değilse…

Devam edelim.

Saat 13.01’de AŞTİ’den ayrıldıktan sonra saat 13.17’de YüzYıl Çarşısı yakınlarından sinyal veriyordu, oldukça hızlı hareket ediyordu. Sonra tekrar otobüs terminaline yöneldi. Bir otobüse bindi ve şehirden ayrıldı. Nevşehir’de kardeşinin evinde de yakalandı.

Bakın telefon sinyallerinden izleyelim:

Saat 15.09 AŞTİ_Güney

Saat 19.04 Kırşehir-Mucur Belediyesi

Saat 22.34 Nevşehir-Çallıgedik Tepe

Saat 22.42 Nevşehir-Çallıgedik Tepe

Ve… Ertesi gün, 18 Mayıs

00.12 Nevşehir- Çallıgedik Tepe(Bu özgür olarak son telefon sinyaliydi)

Üç gün sonra 21 Mayıs

14.15 Ankara Adliye Sarayı…

Osman Yıldırım Erhan ile İsmail’i Ankara’dan yollarken bazı arkadaşlarını aradı ve onlarla ilgilenmelerini istedi.

Ergenekon iddianamesine göre bu kişilere emir veya bomba verdiği iddia edilen hiç kimseyi, bu en müşkül zamanlarında bile aramadılar. Veli Küçük ve Muzaffer Tekin’den talimat aldığını söyleyen Osman Yıldırım kendisi bile onların yanına sığınmak yerine ilk aklına gelen yere kardeşine gitti.

İşte Danıştay saldırısını yapanların telefon irtibatları ortada içlerinde bir tek Ergenekon sanığı var mı? Yok!

Ama durun bir sürpriz var. Cinayetin üzerinden daha iki saat bile geçmeden, Bakan M. Ali Şahin, “sürprizlere hazırlıklı olun” dedi. Aynı günün akşamı İstanbul’daki Muzaffer Tekin için gözaltı kararı çıkarıldı.

Gerekçe neydi?

Telefon irtibatını söylediler ama onunla en sonuncusu 2005 yılı Kasım ayında gerçekleşen toplam 90 saniyelik birkaç telefon ve mesaj dışında irtibat yoktu. O gözaltına alınırken diğer irtibatlar nasıl görmezden gelinebilirdi?

Zor sorular… Asker olduğu için olabilir mi?

Sonuç:

Bakın bu kişiler arasında Cumhuriyet gazetesinin bombalanması ve Danıştay saldırısı arasında geçen 13 ünlük süre zarfında toplam 464 görüşme var ama Ergenekon davası sanıkları ile aralarında bir tek bağlantı, ya da telefon irtibatı yok. En kritik eylem saatlerinde birbirleri ile görüşen ve baz istasyonu raporlarına göre eylem bölgesinde olan kişilere beraat istenirken, hiçbir bağlantısı olmayan kişilere ağırlaştırılmış müebbet hapis istenmesi hangi hukuk ve vicdanla açıklanabilir?

KİŞİSEL VE CİNSEL BİLGİLERİ KİM KAYDETTİ

Yasal bir derneğe üye olmak isteyen binlerce insan elektronik posta yoluyla adını soyadını ve özgeçmişini yolladı. Bilgisayarımdadır ve doğrudur. Fakat iddianamede bununla ilgili bir suçlama yapılmamışken mütalaada suçlama yapılmıştır. O suç şöyle tanımlanmıştır: “birden fazla kişinin siyasi, felsefi, dini görüşlerine, ırki kökenlerine, hukuka aykırı olarak ahlaki eğilimlerine, cinsel yaşamlarına, sağlık durumlarına veya sendikal bağlantılarına ilişkin bilgileri kaydetmek” ten ilgili kanun maddelerine göre cezalandırılmasına…

Bu kadar kolay mıdır bir savcı için suçlama yapmak?

Bu kişilerden herhangi birine, bu bilgileri kendisinin gönderip göndermediği sorulmuş mu? Hayır!

Neden?

Bu sorulamadan ve bu konuda bir şikâyet dahi olmaksızın böyle bir suçlama yapılabilir mi?

Sırf itibar infazı yapmak ve aşağılamak için yazılan bu suçlamanın içeriği olan “cinsel yaşamlarına ilişkin herhangi bir bilgi” bu kişilerden hangisi ile ilgili bulunmuştur?

Elbette hiç birisi ile ilgili böyle bir bilgi yoktur.

İyi de bunlar neden yazılır mütalaaya?

bakın bu dava dosyasında sadece bir kişinin cinsel hayatı hakkında bilgi kaydı vardı, onu da iddianameye savcılar yazmıştı. Bu davanın sanığı Emin Gürses hakkındaydı. Sanık geldi buraya ve dedi ki: “benim cinsel faaliyetlerimin bu dosyada ne işi var? Kadınları ve çocukları dışarı çıkarın da şu meseleyi konuşalım…” Duruşma tutanaklarına geçti bu sözler…

insanlara itibar infazı yapmak için arkadaşlarıyla telefonda konuştukları özel hayata ilişkin ayrıntılar bile yazıldı bu davanın iddianamesine.

Benim hakkımda böyle bir suçlama yapmanın da başka bir anlamı yoktur.

Ben bu kişisel verileri nereden elde etmişim?

Ne zaman, hangi vasıtaları kullanarak ve ne amaçla elde etmişim? Bunlara verilen bir cevap var mı? Yok! Suçun unsurları belli değil!

Yaptığımız tek şey yasal bir dernek çatısı altında birleşmek ve bir siyasi baskı grubu oluşturmaktı. Ama bu çarpıtılarak böyle bir suçlamaya konu edildi.

BEŞİKTAŞ’TA KURULAN ÖRGÜT

Bu örgüt Beşiktaş Adliyesi’nin koridorlarında hayali olarak kurulmuştur. Ortada böyle bir örgüt olmadığını, yıllarca ortalarda gezdirilen “Ergenekon şemasının saçma sapan olduğunu” söyleyen hiç kimse savcılık için muteber değildi. Şenkal Atasagun MİT Müsteşarıydı, bu belgeler onun zamanında hazırlandı ve önüne konuldu. Saçma sapan olduğunu biliyordu ama “göndermezse kendisine de Ergenekoncu diyeceklerini” bu yargılama sürerken defalarca söyledi. Ama savcılığa bakarsanız Şenkal Atasagun’un bu ifadeleri muteber değil. Neden?

Şenkal Atasagun’dan sonra “MİT Müsteşarlığına gelen Emre Taner tarafından da “…Bahse konu dokümanın içeriğinde belirtilen hususların devam ettiğinin görüldüğü… ” gerekçesine göre başbakanlık ve Genelkurmay Başkanlığına arz edilmesi dikkate alındığında itibar edilir mahiyette bulunmamıştır.”[40]

İşte örgüt buradadır.

Şenkal Atasagun’a o belgeyi MİT içinden verip, zorla Başbakan’a gönderttikten, Atasagun’un görev süresinin bitiminden 14 ay önce istifasını sağladıktan sonra bu Ergenekon uydurmalarının, üzerlerinde hiçbir inceleme veya soruşturma yapmaksızın devlet kurumları içinde dolaşmasını sağlayanlar örgüttür. Bunun dışında bir örgüt yoktur.

Ergenekon adında bir örgüt olduğunu söyleyen tek kurum polistir, o da iddianameden öğrendiğini belirtmektedir.[41] Madem bir örgüt var ve bunu polis savcıdan, savcı da MİT’ten gelen belgelerden ve Tuncay Güney’den öğrendi… o halde yapılacak tek şey bu kişileri dinlemektir.

Fakat bundan kaçınılmaktadır.

Denilmektedir ki, “Şenkal Atasagun’un tanık olarak dinlenmesine izin verilmedi.”

Bu mahkeme huzurunda tıpkı onun gibi MİT yöneticisi olan Mehmet Eymür’ün dinlenmesine izin verilirken, Şenkal Atasagun’a izin verilmemesi hukukla açıklanabilir mi?

Kim korkmaktadır dinlenmesinden?

Örgütsel Faaliyetlerim

Amaç yargıyı bir silah olarak kullanıp Milli direnci kırmak olunca, yaratılan uydurma örgütün, örgütsel faaliyetleri de bakın neler oluyor:

Oktay Yıldırım’m Ergenekon örgütünce düzenlenen legal görünüşlü tüm eylemlere ön saflarda yer aldığının, bu kapsamda; 09.03.2006 günü Galatasaray Meydanında Hukukçular Birliği ve Türkiye Harp Malulleri Gaziler Şehit Dul ve Yetimleri Demeği tarafından düzenlenen. Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve diğer komutanlar hakkında Van Cumhuriyet savcısı Ferhat Sarıkaya’nın hazırladığı iddianameyi protesto etmek konulu, basın açıklaması…

09.04.2006 günü Beyazıt meydanında Büyük Hukukçular Birliği organizesinde düzenlenen. Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’in idam edilişinin yıldönümü konulu basın açıklaması…

17.05.2006 günü Fransız konsolosluğu önünde Büyük Hukukçular Birliği tarafından düzenlenen. Sözde Ermeni soykırımı yasa tasarısını protesto etmek konulu basın açıklaması…

07.06.2006 günü Sultanahmet Adliyesi önünde Perihan Mağden’in Vicdani Ret konusundaki açıklaması nedeni ile düzenlenen. Büyük Hukukçular Birliği, Perihan sen Şehit anası değil ancak denizanası olabilirsin, Vicdani retçilik PKK ya hizmettir, ABD hizmetindeki Fettullah Ordu ve Emniyetten kirli elini çek, Küreselciler tarikatlar siyasi iktidar şeytan üçgenini bozacağız dövizlerinin taşındığı ve Her Türk asker doğar, Burası Türkiye ya sev ya terk et, Türkiye Türktür Türk kalacak, Katil ABD işbirlikçi AKP. Asker doğduk asker ölürüz sloganlarının atıldığı basın açıklaması…

12.06.2006 günü AB Birliği Bilgi Merkezi önünde Türkiye’m Topluluğu ve Türk Ortodoks Patrikhanesi tarafından düzenlenen, Türkiye nin AB üyeliği müzakere süreci konulu. Sevgi Erenerol, Kemal Kerinçsiz ve Mehmet Zekeriya Öztürk’ün de katıldığı, basın açıklaması…

20.07.2006 günü Galatasaray Lisesinden Taksim anıtına düzenlenen yürüyüş…

28.07.2006 günü, Bir milyon Ermeni otuz bin Kürt öldürüldü ifadeleri nedeni ile yargılanan yazar Ferid Orhan Pamuk’un duruşmasının yapıldığı sırada Şişli Adliyesi önünde yapılan protesto eylemi…

21.9.2006 günü Beyoğlu Adliyesi önünde Büyük Hukukçular Birliğinin organize ettiği Küresel BOP projesi çerçevesinde askeri işgal ve parçalanma tehlikesi ile karşı karşıyadır konulu protesto eylemleri…[42]

Bunlar Ergenekon örgütünün faaliyetleriymiş.

Dikkat edilsin, Diyarbakır meydanında, teröristbaşı Apo’nun mesajlarının okunabilmesi, askerin ve polisin giremediği o meydanlarda Amerikan Kürdistan’ı ilan edilmesi için, elbette Kaymakam Kemal’i anmak ya da Gaziler Günü yürüyüşü suçlama nedeni, yasadışı örgüt faaliyeti olmalıydı.

Zaten Abdullah Öcalan’ın avukatları, bu mahkemeye gelip, yine PKK’ya yakınlığı bilinen ve bu davaya müdahil olması mahkeme tarafından kabul edilen Şebnem Korur Fincancı’nın avukatı sıfatıyla bizleri sorgulamadılar mı?

Tanık olarak, PKK’nın elleri kanlı elebaşılarından Şemdin Sakık dinlenmedi mi, bu kadar komutana karşı?

Elbette bu koşullar altında Kıbrıs şehitlerini anmak, yasadışı örgüt etkinliği sayılmalıdır.

Buna hiç şaşırmıyorum.

BU YARGILAMA NASIL YAPILDI

Bu yargılama aslında sehven yapıldı. Hem de başından sonuna kadar…

Hiç işlenmemiş suçlar yazarak, olmayan dosyaları varmış gibi göstererek arama kararları çıkardılar. Sorduk: “Sehven” dediler…

Hiç kimsenin tanık olmadığı, hiçbir kaydı olmayan aramalar yaptılar. “Telsizle şu saatte ihbar aldım” dedikleri saatte karakolda sehpaların üzerinde olan bombaları, bundan 2 saat sonra gecekonduda bulduğuna ilişkin tutanak düzenleyen polislere, “bu nasıl oldu” diye sorduk: “Sehven” dediler…

Hiç olmayan dinleme tutanaklarını varmış gibi gösteren, elinde silah depolarının adreslerinin olduğunu, örgütün üye listelerinin bulunduğunu yazarak gizlilik kararı alan savcılara, “nerede bu silah depolarının adresleri ve örgütün üye listeleri” dedik: “Elimizde yok öyle şeyler, sehven oldu” dediler… Ama o kararı da uyguladılar.

Hiç ilişkisi olmayan bir maddeye dayanarak, kimsenin göremediği delilleri, kimsenin görmesine de fırsat vermeden imha etme kararı veren mahkemeyi HSYK’na şikâyet ettik. “Bu imha kararı nasıl verildi” dedik: “Sehven” dediler…

“Bütün tutanaklardaki bomba numaraları birbirinden niye farklı” dedik: “Sehven” dediler…

Başka davalarla birleştirebilmek için bazı sanıkların ağzından hiç çıkmayan ve hiçbir ifade tutanağında yazılı olmayan sözleri, söylenmiş gibi iddianamesine yazan savcılara, “bu nasıl oldu” dedik: “Sehven” dediler… Ama o davaları da birleştirdiler.

Ellerimle polise teslim ettiğim ruhsatlı beylik tabancam, iddianameye “ruhsatsız” diye yazıldı, bir de suçlamalara karine yapıldı. Daha sonra HSYK’na yaptığım şikâyette buna bir açıklama beklerken birkaç ekleme de HSYK’dan geldi. Meğer benim evimde 3 tabanca ile bir tane de ses ve gaz tabancasından dönüştürülmüş olmak üzere 4 tabanca bulunmuş da benim haberim yokmuş. Bir önceki haksız ithamı düzeltirken başıma bu gelince korktum. Bunu da düzeltmeye kalksam, bir sonrakinde “roketatar bulundu” bile yazılabilirdi…

Beni haklı çıkaracak başka deliller de ne hikmetse esrarengiz bir şekilde ortadan kayboldu. Mahkeme önünde bilirkişiye gösterilen ve bilirkişinin beni doğrulayacak şekilde tespitlerde bulunduğu bir kasatura MKE’ye gönderildi, ortadan kayboldu. Sorduk: “Sorumluları arıyoruz” dediler ama bana ceza verdiler… Delil kaybolmuştu ama olsundu… Mahkeme Başkanı’nın Milli savunma Bakanlığı’na Müsteşar Yardımcısı olduğunu çok sonra öğrendik.

Bütün soruşturma boyunca bizler kendi ifade tutanaklarımızı bile göremezken bütün iddianame daha yazılırken basına servis edildi. Yıllarca televizyon kanallarında operasyon medyası tarafından yargılanıp infaz edildik ama burada yapılan savunmalarımızı birkaç basın organı, Aydınlık ve Ulusal Kanal dışında gören de gösteren de olmadı. Sonra onlar da bunun bedelini, genel yayın yönetmenlerinin hapsedilmesiyle ödediler.

Hiçbir usül yasasında olmayan uygulamalara maruz kaldık. Avukatlarımızla görüşmelerimiz engellendi, bir belgeyi bile alıp veremedik. Sanık sandalyelerinde, üzerimize sarkıtılan dinleme mikrofonlarıyla dinlendik, kaydedildik.

Yargılama başladıktan sonra bazen savcılar, dava dosyasında ya da iddianamede bile olmayan belgeler okudu, bazen de bizzat mahkeme yıllar önce gelmiş belgeleri sakladı.

Yargılamanın halka açık olduğu söylendi ama öyle bir dağ başında yapıldı ki, insanlar gelip gitmekten yoruldu. Bırakın halkı avukatlar bile gelemedi.

Türkiye’de 500’den fazla celse boyunca devam eden bir yargılama yapılmadı ve hem yargılama hem de soruşturmanın aynı anda yürüdüğü bir başka örnek olmadı. Yani yargılama yapılırken aslında iddianame de tam olarak bitmiş değildi ve savcı biz savunma için ne kanıt bulursak hemen ona göre bir karşı iddia geliştirme şansına sahipti.

Buna rağmen, bütün bu celseler boyunca iddia edilen örgüt bulunamadığı gibi bir de yeni davalar eklendi. Zaten kendi başına bile içinden çıkılmaz halde olan dosyaya 22 dava daha eklendi. On milyonlarca sayfalık bir dava dosyası oluştu. Buna karşılık sadece haftada iki saatlik bir bilgisayar kullanma hakkı ile kendimizi savunmamız istendi.

Neredeyse bütün sanıkların tahliye olması gerektiğine inanan mahkeme başkanı görevden alındı. Belki da tarihte ilk kez, kendi başkanı hakkında dinleme kararı veren bu mahkeme aynı zaman da diğer mahkemelerden farklı olarak 6 üyeli bir mahkemeydi. Bunun da tarihte bir eşi yoktu belki.

Bazı tanıkların aylarca dinlenmesine karşılık 156 tanığın anlattıkları ve dava dosyasına eklenen bütün deliller hakkında savunmaya sadece 15 dakikalık bir süre verildi. O, 15 dakikalık savunma hakkının verildiği gün söylediğim gibi, çok aranırsa belki dünyada bu tür uygulamaların yapıldığı ülkeler ve mahkemeler bulunabilir ama eminim ki, aynı kişinin hem sanık, hem tanık, hem de gizli tanık olduğu mahkemeler dünyanın hiç bir ülkesinde yoktur. İnsanların yargılanmadan kurşuna dizildiği yerler vardır ama eminim ki, böyle bir yargılama yoktur. Bu mahkemede o da oldu. Sanık kimliğiyle anlattıklarını, tanık ve gizli tanık kimlikleriyle doğruladı ve bu da iddianameye yazıldı. Savcılık şöyle diyordu: “filancanın anlattıklarının gizli tanık falanca da doğruladı…”

Bir örgüt olma iddiasıyla yargılandık ama dinletilen gizi ya da açık tanıkların iddialarına bile “sizi tanımıyor” gerekçesiyle soru sormamıza izin verilmedi.

Bizlere küfredildi bu mahkeme salonunda. Sadece hakime dedik ki, “buna izin verecek misiniz sayın başkan”. Bunu söylediğimiz için mahkeme salonundan çıkarılıp duruşmalardan men edildik. Küfredene ise adeta konuşma izni verildi. Hakimin ayağa kalkıp, sanığa, “otur ulan yerine” diye bağırdığı bir mahkemeye de rastlanılmamıştır, eminim. Ve hakimin bu sözlerinin duruşma zabıtlarına yazılmadığı bir mahkemeye de…

Biz eşi örneği olmayan bir davada, eşi örneği olmayan bir mahkeme tarafından, eşi örneği olmayan yöntemlerle yargılandık.

Sadece bize zulmetmekle de yetinilmedi. Ailelerimiz ve minik çocuklarımız da türlü eziyetlere maruz kaldı. Ben hapisteyken, görüş günlerinde ailemi cezaevine getirip götüren arkadaşım bile gözaltına alındı da “her hafta cezaevine gidecek parayı nereden buluyorsunuz” diye sorgulandı…

Minicik çocuklarımız, alt bezlerine kadar soyundurulup aranarak ağlama krizlerine sokuldu.

Ailelerimize mahkeme salonunda bir el sallamamız bile çok görüldü de salonlar boşaltıldı, kapılar kapatıldı.

Biz çok hukuk dışı koşullarda yargılandık. Bir gün sizler de herhangi bir nedenle yargı karşısına çıkarsanız, o gün ben sizlerin hiçbir haksızlığa uğramamanızı dilerim.

SON SÖZÜM

Bu yargılama Türkiye Cumhuriyeti tarihinde daha önce hiç eşi emsali görülmemiş koşullarda ve benzersiz yöntemlerle yapıldı. Her yönüyle olağanüstü bir yargılamaydı. Usülleri tamamen kendine hastı, bunları yargılama sürerken mahkeme kendisine göre belirledi. İşte bakın Türk mahkemelerinde hiç olmayacak şekilde beş yargıç karşısında yargılanıyorum.

Hukuk yine mahkemenin, yargılama süreci içinde değişen durumlara göre belirlediği yeni ve kendine has sınırlarda tekrar tanımlandı. Tarihte anılacak bir hukuk yaratıldı.

Bu yeni hukuk anlayışında yargı adeta bir silah gibi kullanıldı.

Bugün, bu hukukun yarattığı dava taarruzları sonucunda, Türk ordusunun sırları çarşaf çarşaf yayınlandı, adeta düşmana ikram edildi. Eli kanlı teröristlere serbest dolaşım hakkı verilirken Türk Ordusuna Ricat emri verildi ve kışlalarına kapatıldı.

Buna boyun eğmeyecek olanlar birer birer tasfiye edildi. Bir zamanlar, “İşte O Üyeler” diye manşet atarak Danıştay üyelerini hedef gösterenler, şimdi “Akil Adam” olmuşlardır ve halkı, “bu iddianameyle “duygusal devrimci” rütbesine yükseltilen, bölücü teröristlerle pazarlık masasına oturmak için ikna etmeye çalışmaktadırlar.

Türk adı silinmeye Türklük unutturulmaya çalışılmaktadır. Cumhuriyetin adı artın Valilik tabelalarından bile silinmektedir.

Türkiye BOP’un Başyücelik Devleti haline getirilmeye çalışılmaktadır.

Bunlar düne kadar olanlardır…

Bugün 22 Nisan’dır.

Ama yarın…

Yarınlar 23 Nisan’dır.

Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nden sökülen bütün tuğlalar yerlerine konulacaktır.

Türk Devrimi düşmanlarıyla hesaplaşacaktır. Bu olağanüstü dönemde ben elbette potansiyel suçlu olacağım. Elbette hapishaneler evim olacaktır. Türkiye Cumhuriyetinden koparılan tuğlaları, koparanların başına geçirecek eller, elbette bağlanacaktır.

Biliyorum, bazılarının en büyük derdi bu kadar zulme rağmen diz çöktürememiş olmaktır. Bilsinler, bu dertleri artarak devam edecektir.

Tam 6 yıldır ağır tecrit altında, hepisteyim.

Ama bu mahkemenin kapısına dizilen barikatlara dayanan yüzbinler, gözlerinden kan akarken direnen Türk anneleri de vardır.

Feda olsun…

Bundan sonra da en ağır hapis cezalarını verecek ve belki ömrümüzün sonuna kadar bu parmaklıklar arkasında tutacaksınız.

Ama büyümekte olan çocuklarım var, her biri Bursa Nutkunun emrettiği gibi cumhuriyeti savunmaya azmetmiş milyonlarca Türk genci de var.

Her birine bin ömür cezası feda olsun…

Potansiyel suçludur Oktay Yıldırım, çünkü Talafer’i, Felluce’yi Amerikan Conilerine dar edenler oraların Oktay Yıldırımlarıydı.

Burada milyonlarcası var. Bilsinler.

Hayatını, dağda, hastanelerde ve hapishanede geçirmiş bir adamım. Mülksüzüm. Ne bir avukatlar ordusuna verecek dolarlarım, ne de başım sıkışınca binip kaçacak gemiciklerim var. Bütün gücümü milletimden alıyorum.

İşte, bütün Özel Yetkili Mahkemeler, Başbakanın sözleriyle “devlet içinde devlet oldukları” için kapatıldıkları halde sırf bizi yargılasın diye kapatılmayan bu mahkeme huzurunda söyleyecek son sözüm şudur. Varlığım Türk varlığına Armağan Olsun.

Feda Olsun…

[1][1] İkinci Ergenekon iddianamesi, Esas No: 209/191, s:115

[1][2] Cumhuriyet ,10-10-2012; Sözcü, 9-10-2012

[1][3] Hürriyet, 8-10-2012

[1][4] CNN, 5 N-1 K Programı, 18 Mart 2013

[1][5] CNN, 5 N-1 K Programı, 18 Mart 2013

[1][6] 7 Nisan 2013, CNN-Türk

[1][7] Esas Hakkında Mütalaa, s: 388

[1][8] Bkz: İsmet Berkan , 24 Ocak ve 9 Nisan 2008 tarihli yazıları.

[1][9] Esas no: 2008/209, celse no 154, s:14

[1][10] Umur Talu, Sabah, 15 Haziran 2007

[1][11] Uğur Dündar bu olayı 8 Mart 2010 tarihinde yayınlanan Arena programında açıkladı. Bu şaşırtıcı bilgi karşısında çok şaşırdığını söyleyen Uğur Dündar yaşanan akıl almaz olayları görünce soruşturmaya inancını kaybettiğini söylüyordu.

[1][12] Esas no: 2008/209, 161. celse zabıtları

[1][13] Esas no 2008/209 sayılı 1 Ergenekon davasının 03.Mart- 5 Mart ve 6 Mart tarihli 59, 60 ve 61. Celse zabıtları. Ayrıca, Aydınlık, 8 Mart 2009, s: 13

[1][14] Sözgelimi, Esas Hakkında Mütalaa, s: 1199 ve 1350

[1][15] Geçiş hızından, otomobille hareket ettiği anlaşılıyor. Boğaziçi köprüsü-Beylerbeyi tarafından Zincirlikuyu’ya ulaşması sadece 14 dakika sürmüştü.

[1][16] Bu adresler aynıyla Baz istasyonu raporlarından alınmıştır.

[1][17] Tayyip Erdoğan tarafından kurulan Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı. Bütün iletişimi takip ve kontrolü altında bulundurma yetki ve yeteneğine sahip bir kurum. Başına atanan kişi kamuoyunda oldukça geniş tartışmalar neden olmuş, kurum hakkında telefonları yasadışı dinlediği konusunda Meclis Araştırma Komisyonu kurulmuştu.

[1][18] Orhan Kadı ve Recep Özkan’ın 23 Ağustos 2010 tarihli 153. Celsedeki anlatımları ve Alparslan Arslan’ın beyanları. Ayrıca 154 ve 156. Celselere de bakılabilir

[1][19] 27 Ağustos 2010, 156. celse zabıtları

[1][20] Esas no 2008/209, 14.04.2011, 144.cezse zabıtları, s:61

[1][21] Esas No: 2008/209, Celse 157 s:40; celse 183, s:77, celse 185, s:23 ve daha birçok celse zabıtlarında…

[1][22] Esas No: 2008/209, celse no 166, s:70, savcı M.Ali Pekgüzel ve sanık M. Z. Öztürk Diyanetin raporundan aynen zabıtlara geçirdi.

[1][23] Esas No: 2008/209, 16-12-2010, celse 167, s: 40,41,42

[1][24] Esas No: 2008/209, 24-08-2010, c:154, s:7

[1][25] İlgili celse tutanağının numarası bulunacak, Orhan Kadı 153. celsede konuştu ama bunu hangi ifadesinde söyledi?

[1][26]Esas no: 2008/209, 12-04-2011, 167. celse zabıtları

[1][27] Başbakanlık Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı. Sadece Şeyh Salih’in de evinin olduğu bu bölgenin adresleri yok, her yer var orası yok. Neden?

[1][28] 153. celse zabıtları.

[1] [29] 263-3-2010 , 139. celse, s:11,12, duruşma zabıtlarındaki imla hatalarına dokunulmamış, olduğu gibi nakledilmiştir.

[1][30] Esas No: 2008/209, 167. Celse zabıtları, s: 68,69, 06-12-2010; Süleyman Esen için 139. Celse zabıtları, 23-03-2010

[1][31] Bu patlamadan sonra burada araştırma yapan polisin bölgedeki sinyal bilgilerini hiç araştırmadığını bir kez daha hatırlatalım.

[1][32] 162. Celse zabıtları, s: 72

[1] [33] 06-12-2010 , 167. Celse zabıtları, s:79

[1] [34] 06-12-2010 , 167. Celse zabıtları, s:40,41,42

[1][35] Hilmi Öztürk, polis memuru babası Hamza Öztürk adına kayıtlı telefonu kullanıyordu.

[1][36] Kemalettin Gülen bu ifadeleri mahkemede reddetti ve Alparslan Arslan’ı Hıristiyan tapınak Şövalyesi olmakla suçladı. Bkz. 28-07-2011, celse no 190, s:11

[1][37] 190. celse zabıtları, 28-07-2011

[1][38] 190 Celse zabıtları bu çaresiz diyaloglarla dolu.

[1][39] İfadelere bakılırsa, Osman’ı benzinlikte bekleyen Alparslan ve yanında diğer arkadaşları da var. Fakat telefon trafiğine bakıldığında Alparslan’ın sadece Osman’ı değil İsmail Sağır’ı da bir dakika arayla aradığı görülüyor. Bundan Alparslan’ın yalnız olduğu anlaşılıyor, baz istasyonlarına bakılırsa hareket halinde olan Alparslan. Yani benzinlikte bekleyenin Osman olma ihtimali daha yüksek.

[1][40] Esas Hakkında Mütalaa, s: 172

[1][41] Esas Hakkında Mütalaa, s: 175

[1][42] Esas hakkında Mütalaa, s: 358

Oktay Yıldırım

Odatv.com

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.