Günlük arşivler: Mayıs 7, 2013

AKSİYON DERGİSİ : Bilgi kırıntılarını analiz edenler geleceğe yön veriyor

Bundan birkaç yıl önce bulut bilişim sistemleri (cloud computing) ve mimariden bahsediliyordu. Ardından Big Data (Büyük Veri) kavramı ile tanıştık. Bu iki kavram birbiri ile ilintili olarak gelişip büyüyor. Öncelikle Büyük Veri’ye bakalım.

Aslında bu isim verinin büyüklüğünden gelmiyor. Tersine küçük bilgilerin dağ gibi yığılıp içinden çıkılması zor hâle gelmesinden kaynaklanıyor. Veri teknolojisi açısından, yapısal olmayan, farklı kaynaklardan gelen bilgilere deniliyor. Başta Facebook, Twitter, Linkedin gibi sosyal medya olmak üzere değişik kaynaklardan gelen verilerin bir araya getirilip incelenmesi ciddi bir sorun.

İşi büyük veri ile uğraşmak olan şirketlerden NetApp’in Türkiye Genel Müdürü Behçet Yumrukçallı, günümüzde bilgi dağınık diye peşinin bırakılmadığını söylüyor. Çünkü bilgi küçük de olsa değerlidir. Yumrukçallı’nın verdiği bilgilere göre, bu verinin analizini yapmak için büyük çaba sarf ediliyor. Neticede şirketler, ticari kararlar alıp avantajla geleceklerine yön vermek istiyor.

Mesela NetApp’ın dünya genelinde yüz binlerce sistemi kurulu. Bu teknik ortamda, şirket merkezine belirli aralıklarla e-posta ile sistemin aksaklıkları ulaşıyor. Ardından NetApp kendine gelen milyarlarca bilgiyi analiz ediyor ve en çok problem çıkan kısımlara yoğunlaşıyor. Böylece hem bu problemi hallediyor hem de yeni teknoloji geliştirirken bu hatayı telafi edebiliyor. Bunlar yapılırken de tek bilgisayar gibi çalışan, birbirine bağlı yüzlerce, binlerce bilgisayardan oluşan Bulut altyapısından faydalanıyor. Yoksa bu kadar karmaşık bilginin analizini sıradan bilgisayarla yapmak mümkün değil.

Konu ile ilgili bir başka misal ise Google. Arama çubuğuna 2-3 harf yazdığımızda karşımıza ‘Bunu mu demek istemiştiniz?’ diyerek alternatifler getiriyor. Aslında Google da bizim ürettiğimiz, yapısal olmayan, sayısını bilemeyeceğimiz kadar harf içerisinden alternatifler bulup sunuyor. Google bunu, bütün bilgileri toplayıp, analiz edip sonuca vararak yapabiliyor.

Bulut ile Büyük Veri’ye en güzel örneklerden biri de Cern deneyi. Bu deney 150 milyon sensörün bulunduğu ortamda gerçekleştiriliyor. Sürekli testler yapılıyor. Bu arada inanılmayacak bir veri birikimi oluyor. Saniyede petabytelarca biriken bilgiden söz ediyoruz. Behçet Yumrukçallı, NetApp olarak, saniyede terabaytlarca bilgiyi işleyebilecek bir altyapı kurduklarını anlatıyor.

Son olarak, bazı akıllı cep telefonu markaları kullanıcılarına Dropbox gibi depolama alanları veriyor. Kullanıcı çektiği fotoğrafı, ses kaydını, sunumu veya videoyu cihazın belleğinde saklamak yerine kendine verilen bulutta saklıyor. Sistem, milyonlarca farklı kişinin verisini saklarken sonradan analiz yapılabilsin diye bazı bilgileri kaydediyor. Mesela çekilen fotoğraf, hangi tarihte, nerede, kimin tarafından çekildi, içerisinde kaç kişi var, kimler var, resmin arka planında ne var gibi bilgiler Netdata adı altında, o fotoğraf kaydına entegre edilerek sisteme kaydediliyor. Böylece sisteme, şu tarihte, arkasında dağ manzarası olan, içerisinde 3 kişi bulunan bir fotoğraf arıyorum dediğinizde bulabiliyorsunuz.

Bulut konusunda ABD ve Almanya, hosting şirketlerinin çokluğundan önde yer alırken, Türkiye’de de bir hareketlenme var. Turkcell, TTNet, Türk Telekom gibi markalar pazara çözümler sunuyor. İşin özü, Büyük Veri hızla büyürken, Bulut’u tetikliyor onu da büyütüyor. Çünkü analiz ortamı için Bulut’a ihtiyaç var.

KİTAP TAVSİYESİ : “TEK PARTİ DEVRİNDEN 27 MAYIS İHTİLALİ’NE” DEMOKRATLAR

Demokrat Parti’nin 4’te 1’i anlatıyor

DP önce ve sonrasıyla çok konuşuldu ve konuşuluyor. Ama Refik Koraltan’ın da söyleyecekleri var.

Zor günlerden geçip, zor dönemlerde, zor vazifeler üstlenmiş bir neslin ferdi. Osmanlı Devleti’nin son devrinde hukukçu kişiliğiyle vatan hizmetine girmiş, İstiklal Harbi yıllarında üzerine düşeni yapmaya gayret etmiş, Cumhuriyet’le birlikte de memleketin çeşitli yerlerinde valilik ve emniyet müdürlüğü görevini ifa etmiş. Ancak bütün bunlar bir yana bugünden geçmişe bakınca Refik Koraltan ismi akıllara önce Demokrat Parti’yi (DP) getiriyor. Ülkenin kaderine 10 sene hükmeden DP’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Reisi Refik Koraltan’ı.

Şimdiye kadar DP zamanına veya onunla özdeşleşen karakterlere dair birçokları araştırma yaptı, belgeler ortaya çıkardı ve kalem oynattı. Kamil Maman’ın yayına hazırladığı “Demokratlar” da söz konusu zincire eklenen bir halka. Fakat onu diğer pek çok eserden ayrı kılan ve farklı bir zemine oturtan özelliği var. Maman, Koraltan’ı ve hatıratını bu derece kapsamlı ele alıp, okuyucu karşısına çıkartan belki de ilk isim. Kaldı ki kitabın serüvenine dair anlattıkları da göz önüne alınırsa hayli yorucu ve zor bir çalışmanın ürünü. Ama yazarın azmi ve merakı –ki kitabın okuyucu ile buluşmasında kesinlikle en önemli saik– projenin hitama ermesine vesile teşkil etmiş.

Neler mi anlatıyor eser? ‘Neler yok ki!’ gibi klasik bir cevap bile sanırım okurun merakını celbetmeye yeter. Ama biz bununla yetinmeyelim ve muhtevadaki başlıklardan birkaçını sizinle paylaşalım: “Meşrutiyet Âşığı Bir Delikanlı”, “İnönü Onu Mecliste İstemiyor”, “Demokrat Parti Hayali”, “Koraltan, Samet Kuşçu Yakınlığı ve 9 Subay Hadisesi”. Bunlar ilk kısımdan. Tabii kitabın bir de ayrıntıları var. Mesela Koraltan DP’yi niçin ve nasıl kurduklarını anlatırken hayli ilginç misaller veriyor. Atların açlıktan birbirinin kuyruğunu yediğini söylüyor. Ev toplantılarındaki diyaloglar ise başlı başına dikkat çekici. Mesela o dönem itibarıyla İsmet İnönü’nün emekliye ayırdığı Fevzi Çakmak Paşa, Cumhurbaşkanını darbe ile devirmeyi teklif ediyor. Merakınız biraz arttı mı? O zaman diğer malumatlar için esere başvurun…

DEMOKRATLAR

Kamil Maman (yayına hazırlayan)

Timaş Yayınları

235 sayfa

02125112424

AKSİYON DERGİSİ :AHMET TAŞGETİREN : Türk milleti

Ahmet Taşgetiren

a.tasgetiren

Anayasa’da “Türk milleti” olsun mu, hangi nitelikte olsun, Türkiye’deki diğer etnik unsurların “Biz de kimlik olarak tanınalım, ya da herhangi bir etnik unsura atıf yapılmasın, hele diğer etnik unsurlar Türk diye tanımlanmasın” taleplerine ne karşılık verilsin?

Bu, bilindiği gibi, “Kürtlük” etrafındaki sancının ana gerilim ekseni.

Siyasi Kürt hareketi, bunun siyasetini yapıyor. Sade Kürt insanı da, kendi kimliğinin tanınmasını, en azından devlet politikası olarak bir Türklük dönüşümüne -ki bunun literatürdeki adı asimilasyondur- maruz bırakılmamasını istiyor. “Ne mutlu Türk’üm diyene”nin, “Varlığım Türk varlığına armağan olsun”un sorun haline gelmesi bu yüzdendir.

Kim ne derse desin, sade Kürt vatandaşlarımızda da, kardeşlik vs duygularıyla beraber, belki Kemalist projenin ürünü olarak, bir kimlik bilinci oluşmuştur. Aytaç Yalman “Biz Kürtlüğün kart – kurttan doğduğunu düşünürdük, yanılmışız” diyecektir, taaa bir general olarak ve Kara Kuvvetleri Komutanlığından emekli olduktan sonra.

Barış sürecinin bir boyutunda Anayasa’da bu konunun nasıl formüle edileceği konusunun olduğu muhakkak.

Anayasa’nın birçok yerinde Türk vurgusu yer alıyor ve bunlar üzerinde yapılacak bir azaltma tepki doğuruyor. Bu tepkinin, ulusalcı kesimlerde çok duyarlı boyutlarda seyrederken, sokaktaki sade insanda da ciddi hassasiyetlere yol açtığı açık. Hele hadise, “Türklüğümüz elimizden alınıyor” gibi bir söyleme dönüştüğünde, işin içine haysiyet savunması gibi bir duygu direnişinin girmesi kaçınılmaz hale geliyor.

Kürtlerdeki kimlik hassasiyeti, aynı ölçüde Türklerde de oluşmaya başlıyor.

Nasıl çıkılacak bu işin içinden?

AK Parti, çözüm sürecinin merkezindeki irade olarak, bu uçlara kaçışı nasıl dengeleyecek?

En son, AK Parti’nin Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu anayasa teklifinde, Başlangıç bölümünde “Türk milleti” ifadesi yer aldı. Başka bir formülasyon beklentisi vardı, demek ki o formül üretilemedi ve “Türk milleti”ne yer vermek tercih edildi. O ifade şöyle yer alıyor teklifte:

“Herkesin insan haysiyetinden kaynaklanan evrensel hak ve hürriyetlere sahip olduğu inancıyla her türlü ayrımcılığı reddeden, kültürel zenginliğimizin kaynağı olan etnik ve dinî farlılıklarımıza saygı duyarak müşterek tarihimiz ve değerlerimiz etrafında birlikte yaşama arzusuyla hareket eden biz Türk Milleti; demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğüne dayanan bu Anayasayı egemen irademizin ifadesi olarak kabul ve ilan ederiz”

AK Parti “Türk milleti” ifadesine “Egemenlik”le ilgili maddede yer verdi. O madde şöyle formüle edildi:

“Egemenlik kayıtsız ve şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini seçtiği temsilcileri aracılığıyla ve halkoylaması yoluyla kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz.”

Bu maddeye Kürt tarafının ne diyeceği henüz net değil. Karayılan, son Kandil açıklamasında “Anayasa herkesi kapsarsa Türk milleti’nin geçmesine itiraz etmeyiz” gibi bir şey söyledi. Ama buradaki “herkesi kapsarsa” ifadesi de net değil. “Herkesi kapsamak” nasıl olacak sorusu önemli.

Bu noktada ilgi çekici bir değerlendirmeyi Başbakan Erdoğan, Kızılcahamam’daki il ve ilçe başkanları toplantısında yaptı. Başbakan özetle şöyle dedi:

“Anayasa teklifimizde Türk milleti ifadesine yer verdik. Ama bu, etnik bir Türk ifadesi değil. Buradaki Türk milleti, Türkiye’de bulunan Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak, Arnavut… herkesi çatısı altında buluşturan bir Türk milleti anlamına geliyor. Ben Türkçülüğe karşıyım. Ama aynı şekilde Kürtçülüğe, Lazcılığa, Çerkezciliğe de karşıyım.”

Ben Sayın Başbakan’ın düşünce dünyasını gayet iyi anlıyorum.

Bu, tabii ki, “millet”i, etnik esasa göre tanımlamayan, değerlere atıfta bulunan bir yaklaşım. “Türk milleti”nde de “Türk” gibi bir etnik tanımlama yer alsa bile, buna da “etnisite ötesi” bir muhteva yükleyen bir yaklaşım. Başbakan bugüne kadar “ad koymama”yı tercih ediyordu ama anlaşılıyor ki toplum hassasiyetini dikkate alarak ad koymaya karar verildi.

Ad koyup, içini kapsayıcı hale getirmek…

Bu biraz da “Türklük çatı değer” söylemini benimsemek anlamı taşıyor.

Soru şu: Kürtler, bu çatı değer içinde kendilerini nasıl bulacaklar? “Türk milleti”nin içi, her bir kimliğin adı sayılarak doldurulsun gibi bir talep gelecek mi? Yoksa “Değişen ne ki?” gibi bir tepki mi verilecek?

Zor bir konu.

AKSİYON DERGİSİ : Suriye’de ateşkes Esed’in devrilmesinden daha önemli

SELİM SAVAŞ GENÇ

Uzun zamandır, Suriye’de önceliğin Esed’i devirmekten ziyade makul bir ateşkese verilmesi gerektiği fikrini savunuyorum. Bunu savunmanın yeterli olmadığının farkındayım.

Hem Esed hem de muhalifler ateşkesin, uzlaşmanın ya da bir şekilde anlaşmanın masa üstünde alternatif olarak görülmesine bile sert tepki veriyorlar. İki seneyi aşkın sürede ülkede 80 binin üzerinde sivil katledildi. Sokak gösterilerine ateş açan düzenli ordunun uyguladığı şiddet ülkeyi iç savaşa soktu. Bir tarafın pes etmesini ya da yenilmesini beklemek ezberimde olan tüm insani değerlere aykırı. Suriye’de meskun mahallerde savaş yapılıyor. Bu cümlenin ne anlama geldiğini ancak yaşayanlar ve savaş suçları ile ilgilenenler bilebilir. Çoluk çocuğun yaşam mücadelesi verdiği ortamlarda gerçekleşen çatışmalar, acımasız katliam ve işkenceler iki ordu askerleri arasında vuku bulan savaştan çok daha farklı ve dramatik bir durum.

Hava kuvvetleri ile bombalanan bölgelerde canlarını kaybeden çocuk görüntüleri anlaşılır olmasa da kanıksanmaya başlanmıştı. Esed askerleri artık baskın yaptıkları köylerde küçücük çocukların canlarını bıçaklayarak alıyorlar.

Düzenli ordu ile muhalifleri susturamayan Esed, sivillere işkence ve katliamlar yapan Şebbiha milislerine yasal statü kazandırırken onları kuvvetlendirecek yeni bir oluşuma yöneliyor. Türkiye’deki koruculuk sistemine benzer bir yapılanma ile rejime destek veren halkı silahlandırmaya başlayan Esed, ayda 150 dolar maaş karşılığında ‘gönüllü’ topluyor.

Savaş’ın uzun sürmesinden şüphesiz mutlu olanlar da var. Efraim İmbar gibi bazı İsrailli uzmanlar için Sünni ya da Şii’si ile bir tehdit unsuru olarak görülen Suriye’nin başını kaldıramayacak ve güvenlik sorunu teşkil edemeyecek kadar zayıflaması arzulanıyor. Rusya ve İran’ın açık desteğini alan Esed yönetimine Lübnan’daki Şii lider Hasan Nasrallah da destek verdiğini ve sonuna kadar bu desteğin arkasında olacaklarını açıkladı. Geçen hafta farklı bir ülkede yaşayan İran kökenli bir siyaset bilimci ile Suriye’nin geleceğini ve bu desteği konuştuk. İran yönetimi kendi toplumuna Suriye’de, ABD, İsrail ve yandaşları ile savaştıklarını, bu ülkenin bir ön karakol olduğunu, orası düştüğü takdirde bu güçlerin İran’a saldırıya geçecekleri propagandasında bulunuyormuş.

Şüphesiz geçen hafta Esed cephesinden gelen en çarpıcı haber bunlar değildi. ABD’nin, ‘kimyasal silahların kullanılması kırmızı çizgimizdir’ açıklamasına rağmen Esed’in, elinde bulunan tonlarca kimyasal silahın bir kısmını muhaliflere karşı kullandığı iddia edildi. Muhaliflerin basınla paylaştığı görüntüler ve Pentagon’un açıklamaları bu haberleri doğrular mahiyetteydi. Suriye’ye müdahale etmek istemeyen Washington şimdilik ‘kimyasal silah kullanıldı ama kimin kullandığını bilmiyoruz’ kaçamak yanıtı ile topu taca atmayı tercih etti. Görünen o ki Esed, ‘şayet kimyasala başvurursam Batı nasıl tepki verir’ diyerek şansını denedi ve gelen cılız tepkiler neticesinde yoluna devam etme kararı aldı. ABD ise kırmızı çizgilerini revize etmekle kalmayıp büyük prestij kaybına uğrayabilir. Suriye’den yeterince sağlıklı bilgi alamıyoruz. Uzun süren çatışmalar neticesinde muhalifleri geri püskürtmeyi başaramayan Esed yönetimi finali kimyasal silahlarla yapmayı denerse uluslararası örgütler, küresel güçler ve Suriyeli muhaliflerin dostları hangi tepkileri verecekler?

Yine geçen hafta Suriye jetleri sınırımızdaki bir kampı bombalarken Türkiye’ye giriş izni verilmeyen Suriyeliler, bir polisimizi şehit etti. Esed’in kullandığı kimyasal silahlar ve gazlar benzer şekilde sınırımızı aştığı takdirde Türkiye’nin tepkisi ne olacak? 4 milyonluk Lübnan 400 bin sığınmacı Suriyeliye kucak açarken Türkiye’de rakamın en son 200 bini geçtiğini duymuştuk. Mülteci akınında komşu ülkelerin miktar ve zaman olarak kırmızı çizgileri ne olacak? Muhalif birliklere zafere ulaşacak kadar silah vermeyen ‘Suriye’nin dostları’nın’ süreçten nasıl çıkılacağına dair bir planı var mı? Hava kuvvetlerine, kimyasal silahlara ve sürekli takviye edilen düzenli orduya karşı yeryüzünde zafer kazanma şansı olan paramiliter bir yapı var mı?

Suriye arenasında sadece muhalifler ile Esed birliklerinin çarpıştığına inanmak artık çok güç. Farklı çıkar grupları, küresel ve bölgesel güçler Suriyeliler üzerinden birbirleri ile savaşıyor. Netice alınma şansı olmayan bu savaşı durdurmak uluslararası toplumun ilk hedefi olmalı. Esed’in gitmesi ya da kalması artık bu hedefi gölgelememeli.

AKSİYON DERGİSİ : Şu Fırat’ın suyu akar ‘derin’den

Geçen asırda petrol zenginliğinden çekti. Bu asırda belini ‘su’ kıtlığı bükecek. Ortadoğu’nun gidişatı, Fırat üzerindeki ‘derin’ hesaplara bağlı.

Ortadoğu’nun geçen asrı petrol savaşlarına kurban gitti. Küresel güçler asılsız haberlerle girdiği bölgede bir damla petrol için binlerin kanını döktü fütursuzca! İktidarlar devirip iktidarlar çıkardılar bu ‘siyah’ zenginlik uğruna. Açılan yaralar henüz kapanmadan yeni kriz varlığını hissettirmeye başladı. Bu seferki petrol gibi sürdürülebilir de değil. Zira insanoğlu henüz suya alternatif çıkaramadı. İnsan petrolsüz yaşar belki ama susuz asla!

Nüfus çoğalıyor, tarım alanları genişliyor, sıcaklık artıyor ama su rezervleri azalıyor Ortadoğu’da. Birleşmiş Milletler, NATO gibi küresel örgütler gelecek asra damgasını vuracak su çatışmalarının ilk burada patlak vereceğini öngörmeye başladılar bile. Bölge tarihi incelendiğinde, Ortadoğuluların geçmişte de nehirlerin paylaşımı, su havzalarının hâkimiyeti konusunda birçok kez savaştığı görülüyor. 1980’de patlak veren ve tam 8 yıl süren, 1 milyon kişinin hayatına mal olan Irak-İran Savaşı (1980) Şatt-ül Arap suyu yüzünden çıkmamış mıydı?

Geçen hafta Kayseri’de Erciyes Üniver-sitesi’nde düzenlenen ‘Osmanlı Devleti’nde Nehirler ve Göller Sempozyumu’ yaklaşmakta olan ‘su krizi’ni analiz etme imkânı sundu. Ulaştırma Denzicilik ve Haberleşme Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nca desteklenen uluslararası toplantıda (2-3 Mayıs) sunulan tebliğlerden bazıları Ortadoğu’nun ‘can damarı’ niteliğindeki Fırat ve Dicle nehirleriyle ilgiliydi. Ecdat, jeopolitik önemini fark ettiği bu iki nehri, aynı Tuna ve Nil gibi gücü yettiğince elinde tutmaya çabalamış. Zayıflama döneminde de kısmi işletim imtiyazları vererek, elinden çıkmasını geciktirmiş. O dönem imtiyazların büyük bölümünü elde eden İngilizler özellikle Şatt-ül Arap kısmında (Fırat ve Dicle Irak’ta birleşerek Şatt-ül Arap ismini alır) silinmeyen izler bırakır. Bugün dahi Irak ile Mısır arasında tartışma konusu olan bölgede İngiliz etkisi derinden hissediliyor.

Yerli-yabancı 134 bilim insanının katıldığı sempozyumun düzenleme kurulu başkanı Doç. Dr. Şakir Batmaz, Fırat ve Dicle’nin geçmişten bugüne jeopolitik önemini koruduğunu vurguluyor. Batmaz, geçen asırlarda taşımacılık ve ulaşımdan dolayı ticari yönü ön planda olan Fırat ve Dicle’nin çağımızı etkileyen küresel ısınmadan ötürü bizatihi suları hasebiyle kıymetli olduğunu söylüyor. Osmanlı’nın sınırları dâhilindeki nehir, göl, havza ve akarsuları kaderine terk etmediğini belirtiyor: “Bunları bir kalkınma unsuru, güç unsuru olarak görüp üzerinde ekonomik, politik projeler yürütmüş. Mesela Kanuni Sultan Süleyman Van Gölü üzerinde gemi taşımacılığını 15. yüzyılda başlattı. Hasım İran’a karşı atılan bir adımdı bu. Yine Fırat ve Dicle üzerinde gemilerle ulaşım, taşıma kumpanyaları yürüttü. Karayolu taşımacılığı gelişince nehirlerin ekonomik önemi azaldı belki ama bu kez bizzat varlıkları strateji unsuru oldu. Bakın güney komşu ülkelerin hepsi bizden çıkan suyla ayakta kalıyor. Bundan öte stratejik güç olur mu?”

Osmanlı’nın Ortadoğu’daki su varlığını irdeleyen tebliğler, Türklerin bölgede dönemin sömürgeci gücü İngiltere’yle nüfuz mücadelesine girdiğine işaret etti. Osmanlı zayıflayıp etkisi azalınca nehirlerin hâkimiyeti İngilizlere geçer. İngilizler gerek ticari açıdan zengin, gerek sömürgeleri Hindistan’a açılan kestirme kapı hükmündeki Basra’ya sessizce girer. Şatt-ül Arap’taki taşıma faaliyetlerini de tekele alarak bölgeye yerleşir. Ciddi bir kültür aşılaması yapar.

İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Dr. Burcu Kurt, bugün dahi Irak-İran arasında paylaşım krizi süren Şatt-ül Arap’ta ciddi bir İngiliz varlığı hissedildiğini söylüyor. Batmaz gibi Kurt da jeopolitik önemi dönüşerek artan bölgenin İngilizler için bugün dahi kıymetli olduğunu vurguluyor. Dr. Kurt’a muhtemel çatışma öngörülerini hatırlatıyoruz. Ona da uzak gelmiyor bu iddialar: “Şatt-ül Arap’ın statüsü hâlâ net değil. Bir bölümü Irak-İran sınırı olarak kabul edilen nehirde her iki ülke hak talep ediyor. Eğer Irak iç istikrarını sağlarsa bu soruna el atacaktır. Şii Maliki-Tahran dengesi değişirse yeniden çatışma yaşanabilir.”

Su krizi bizi de etkileyecek

Tarihî Irak suları uzmanı Dr. Kurt, benzer çatışma senaryolarının Fırat ve Dicle üzerinde de yaşanabileceğine işaret ediyor. İklim değişiklikleri ile zayıflayan suların bölgenin artan nüfusuna yeterli gelmeyeceğini, suya ulaşamayan halkların önce kendi rejimleriyle, ardından komşu ülkelerle çatışabileceğini öngörüyor: “O gün geldiğinde Türkiye de ister istemez bu girdaba sürüklenecek. Barajlarından komşularına dünya standartlarında su salsa da girecek, salmasa da…”

Boğaziçi Üniversitesi’nden Turan Keskin de gelecek yıllarda Ortadoğu’daki su kaynaklarının paylaşımı üzerinden ciddi krizlerin patlak vereceğini ifade ediyor. Tarihî perspektiften bakıldığında bölgeyi su savaşlarına taşıyabilecek yıllanmış sorunların varlığını koruduğuna işaret ediyor. Keskin, Ortadoğu coğrafyasında sürmekte olan ‘yeniden yapılanma süreci’ durulduğunda dondurulan su sorunlarının yeniden ısınacağını düşünüyor: “Osmanlı bölge suları üzerinde nüfuz mücadelesini sadece İngilizlere karşı vermedi. Aynı dönemde İran’ın da benzer arzuları vardı. İran bugün dahi bölge sularına hâkim olma isteğinde. Irak ve Suriye gibi İran halkı da küresel ısınmadan negatif etkilenecek. Bölge halkları, yönetimleri doğal olarak nehirlerin çıkış noktası olan Türkiye’yi hedefe koyacak. Nasıl ki son bir asırdan bu yana petrol Ortadoğu’yu çatışmalara itti. Gelecek yıllarda da aynı denklem su üzerinden yaşanacak. Buna karşın Türkiye’de su konusu yeterince çalışılmıyor.”

Denizden içme suyu elde eden teknolojilerin yaygınlaşması su çatışmalarının panzehri olabilir mi? Maalesef hayır… Suudi Arabistan, İsrail gibi varlıklı ülkelerde kullanılan arıtma sistemi Irak, Suriye gibi ülkeler için hâlâ çok maliyetli. Yakın gelecekte de ucuzlaması beklenmiyor. Dolayısıyla endişeler giderek artıyor…

Nehirler taşımacılığa açılacak!

Sempozyumun açılışında konuşan Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, son 10 yılda iç sulara dair önemli projeler hayata geçirilse de Osmanlı sonrası gereken önemin verilmediğini vurguladı. Denizler gibi nehirlerin de yıllarca sadece yüzmek için kullanıldığına dikkat çekti. 8 binden fazla kıyı şeridi bulunan, akarsular açısından zengin Türkiye’nin sularını yeni bir yönetim rejimiyle daha etkili ve verimli kullanabileceğini, bu yönde ciddi adımlar atıldığını anlattı: “Su geleceğin altını, petrolü olacak. Bu durumu hesaba katarak yol almaya çalışıyoruz. Politika üretmeye çalışıyoruz. Yeni dönemde aynı Osmanlı’nın uyguladığı gibi verimli suyollarını taşımacılığa açacağız.”

AKSİYON DERGİSİ : Cumhuriyet’in hikâyeden soyadları !

1934’teki Soyadı Kanunu ile ne amaçlanmıştı? Kanun toplumun geçmişle bağlantılarını nasıl etkilemişti? Emine Gürsoy Naskali, ağırlıklı olarak sıradan vatandaşların soyadı hikâyelerini merak etti.

Şu hikâye aslında Türkiye’nin soyadı serencamını ortaya koymak için yetebilir de: “Soyadı Kanunu çıkınca herkese soyadı bulması söylenir. Kimi lakabını, kimi mesleğini kendine soyadı yapar. Soyadı bulamayanların ise işi zordur. Çünkü halkın geneli memurun karşısına geçmemiştir pek ve bazısı da memurdan korkar. Sanki memur onu yiyecektir. Bu sefer kaçarı yok, memurun karşısına geçerler birer birer.”

Soyadı Kanunu, 21 Haziran 1934’te kabul edildiğinde tek parti yani CHP iktidarı idi. 1935 sayımına göre 16 milyon olan nüfusa bir yıl süre tanınmıştı soyadı almak için. Doğan Yok’un dedesi de memurun karşısına geçenlerden biriydi. Memur o gün tersinden kalkmış olacak ki ters ters sormuştu ‘Soyadın ne?’ diye. Dede soyadı bulamamıştı kendisine. ‘Soyadım yok’ demişti. Memur birkaç kez daha tekrar edip yine aynı cevabı alınca en kestirme yolu bulmuş, soyadı kısmına Yok yazmıştı. Olayı Doğan Yok’tan naklen Yalçın Yaman aktarmış, Cumhuriyet Tarihi Soyadı Hikâyeleri kitabına.

Soyadı konusunda Cumhuriyet idaresinin gayreti, aşiret bağlarını zayıflatmak, bireyi öne çıkarmak yönündeydi diyor kitabın yazarı Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali.

Soyadı Kanunu herkese bir soyadı vermişti vermesine de kökü derinlere dayanan, belirli bir mazisi olan sülale veya ailelerin Cumhuriyet sonrası ile bağlarını da yok etmişti. Bunu, nüfus memurlarının yukarıdaki tavrı yoluyla yaptığı gibi zade, efendi gibi lakapların kullanılmasına izin vermemekle de gerçekleştirmişti. Soyadı konusuna itiraz edenlerin başında Adıvar ailesi olarak bildiğimiz Halide ve Adnan çifti geliyordu. Onlara göre zaten tanınan kişiler olduklarından soyadına gerek yoktu. Sonra Nihal Atsız, Türk halkının yüzde 95’inin lakapları olduğunu, bu anlamda Batı’yı taklit etmeye gerek olmadığını ve ille de alınacaksa, Türkçenin dil yapısına göre soyadının sona değil başa gelmesi gerektiğini itirazlarına konu etmişti. Kitapta Kalkavan, Bayar, Perinçek, Abasıyanık, Nesin gibi tanınmış soyadlarının hikâyelerine yer verilse de daha çok sade vatandaşın soyadı macerası kendi kalemlerinden anlatılıyor. Emine Gürsoy Naskali ile kitabın nasıl ortaya çıktığını ve Cumhuriyet’in soyadı hikâyesini konuştuk:

-Proje nasıl çıktı ortaya?

Cumhuriyet Tarihi Soyadı Hikâyeleri merak ettiğim bir konu idi. Bütün Türkiye’yi ilgilendiren bir olaydı Soyadı Kanunu. Malum 1935 nüfus sayımında Türkiye’nin nüfusu 16 milyondu. Ve 16 milyon kişi bu işe iştirak ediyor ve bir yıl içinde, 1935 sonuna kadar herkes bir soyadı sahibi oluyor. Soyadları ile ilgili olarak Atatürk’ün vermiş olduğu soyadları var, biliyoruz. Ama benim yapmak istediğim sade tabir edeceğimiz vatandaşlar nasıl bir uğraş içine girdiler, soyadlarını nasıl seçtiler? Bunu belgelemek istedim.

-Adıvar ile Atsız’ın itirazlarına katılıyor musunuz?

Hayır. Bence son derece isabetli olmuştur 1934’te bu kanunun çıkması. Çünkü o zaman almamış olsaydık bugün mutlaka alacaktık. Hatta bugün birkaç adım daha ileriye gittik, TC numaralarımız var, soyadının yanı sıra. Evet, nüfusun pek çoğunun belki lakabı vardı ama herkesin de yoktu. Ayrıca lakapla işler yürümüyor. Eski metinleri okuduğunuzda bir kimseye atıfta bulunacakları zaman Ahmet oğlu Mehmet, İsmail oğlu Yusuf deniyordu. Bu tabii yeterli değil. Bu sefer köy ismi belirtiliyor. Bir vatandaşlık kimliği için bunlar da yeterli değil. Daha önceden lakaplar vardı ama bunlar kayıtlara geçmezdi. Onlar halkın bildiği, çevrenin, o kişinin yaşadığı ortamın bildiği lakaplardı. Bir vatandaşlık kimliği için soyadının alınması ve kayıtlara geçmesi çok isabetli olmuştur.

-Uygulamada epey sıkıntılar çıkmış tabii. Geçmişle bağı bir noktada koparma durumu da söz konusu olmuş. Kimi, nüfus memurlarının hatasına kurban gitmiş…

Bence bu husus biraz abartılıyor. Nüfus memurları soyadlarını dağıtmıştır şeklinde ifadeler var. Ama böyle bir şey yok. Elbette ki nüfus memurları yardımcı olmuştur, hatta belki bazı vakalarda da doğrudan doğruya nüfus memuru soyadın şu olsun demiştir. Ama bakıyoruz, bu hikâyelerde de gördüğümüz üzere nüfus memuru o aileyle konuşuyor, sohbet ediyor. Aile nüfus memuruna kendi geçmişleri ile ilgili birtakım şeyler anlatıyor. Nüfus memuru da o anlatılanlara uygun bir şekilde soyadı önerebiliyor.

-Tabii gazetecilikteki kural gereği iyi olan haber olmaz. Bütün vakalar böyle olmuştur denmiyor zaten.

Yardımcı olmuşlardır şekliyle belki ifade etmek daha doğru olur. Mesela bir nüfus memuru bir ailenin evine gitmiş, soyadı tescil edilecek. Yemeğin yanında çok taze ekmek çıkarmışlar ki bu ekmeğin çok taze olması dolayısıyla o ailenin soyadı Taze olmuş mesela. Ailenin anlattığı hikâyelere binaen nüfus memuru bazı soyadları önermiş. Tok olduğunu söyleyince Tokkal demiş.

-Aslında daha sağlam temellere oturtulabilseydi soyadı verme olayı daha iyi neticeler ortaya çıkabilirdi belki?

Ama tabii şunu da unutmamak lazım; o zaman Türkiye nüfusunun yüzde 80’inden fazlası kırsal kesimde yaşıyor. Yine de bu hikâyelere baktığımızda bu soyadı seçimine o dönemin nüfusu çok aktif biçimde katılmış. Aileler kendi aralarında düşünmüşler, konuşmuşlar, şu mu olsun bu mu olsun diye. Köyün muhtarı pek çok soyadını öneren kimse olmuş. Orduda ise ona göre bir soyadı almış. Pek çok etken olmuş. Dış görünümden kaynaklı soyadları olmuş, mizaçtan, varlık alameti sayılan, yaptığı meslekten soyadı çıkaranlar olmuş. Kimi lakapların devamını soyadı almış. Doğal çevrenin etkisi ile alınanlar olmuş. Köy halkının topluca tercih ettikleri olmuş. Kimi köy maden isimlerini almış soyadı. Hatta bir köy İstiklal Marşı’nın kelimelerini soyadı almış, Korkmaz, Sönmez, Şafak diye. Göçle gelenlerin özlemlerini anlatan ifadeler olmuş.

-İstiklal Marşı’nın kelimelerini soyadı olarak alan köy hangisi?

Onu bilmiyorum, o öyle naklen anlatılan bir şey. Bir de aile içi anlaşmazlıklar dolayısıyla kardeş bile olsalar farklı soyadı almayı tercih edenler olmuş.

-Tek parti döneminde olması nasıl etkilemiştir bu işleri?

Siyasi anlamda aykırı soyadları yok. Mesela bir soyadı var Devrim. Atatürk’ün devrimlerinden esinlenerek alınmış bir soyadı. Bu soyadını o aile istiyor.

-Zade gibi soyadlarının önüne geçilmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Zade ifadesine izin verilmemiş. Aynı şekilde mesela Ermenilerin oğlu anlamına gelen ‘yan’ soyadına da izin verilmemiş. Ama mesela İstanbul’da yan soyadlarına müsaade edilmiş.

-Onu nasıl açıklamak lazım?

Belki bu gerek zade, gerek yan bir sülaleye gönderme yapan soyadları. Bence Cumhuriyet insanların kimliklerini bir vatandaş olarak tescil etmek istemiş. Yani sizi bir aşirete, kabileye mensup olarak değerlendirmek değil de birey olarak bir vatandaşlık meselesi var burada. Hangi aşirete veya sülaleye mensupsanız elbette ki o devam edecek, ama tescil olunurken sizi bir birey olarak tescil etmek istemiş Cumhuriyet.

-İstanbul’da ‘zade’ye izin verilmiş mi?

Vallahi hiç ‘zade’ye rastlamadım. Var mı bilmiyorum.

-Başka, mesela Yahudilerde herhangi bir kısıtlama olmuş mu?

Yok, onlarda da yok.

-Uygulamanın eksiklikleri açısından neler söyleyebilirsiniz Soyadı Kanunu hakkında? Bir nüfus idaresinde bir soyadı bir kişi tarafından alınabilir kaidesi iyi mi kötü mü olmuş?

Tabii olabildiğince şahsa özgün olmasında yarar var isimlerin. Ama sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde olduğu üzere mesela İngilizlerde Smith veya Johnson soyadı çok yaygındır. Türkiye’de de belki böyle bir yöneliş olmuştur. Mesela Yılmaz, Öztürk, Kaya, Demir, Şahin, Çelik, Yıldız, Yıldırım, Aydın, Özdemir, Arslan, Doğan, Çelik, Kara, Koç, Kurt, Özkan, Şimşek bu soyadları en sevilen, en çok alınan soyadları olmuş.

-O sınırlamaya rağmen?

Seçmişler. Telaffuzu kolay. Anlamı ortada. Bir güce işaret ediyor.

-Bir de listeler hazırlanmış, memurlar o listeden soyadları vermiş. Mesela Tanrıverdi. Kitabın bir yerinde elde kalan son soyadlarından biri diye alınmış bir aile tarafından.

Yani ola ki vatandaş bir isim seçememiştir düşüncesi ile nüfus memurlarının elinde anlaşıldığına göre birtakım listeler var. Eğer kendine belirlemedi ise bir soyadı, bu listeden bir isim seç deniyor. Nüfus memurlarının hatası dolayısıyla bazı soyadları ortaya çıkmış. Mesela bir aile Erzincan soyadını almak istemiş, ama nüfus memuru el yazısında z harfini kuyruklu z yaptığı için o daha sonra g olarak okunmuş ve Ergincan olmuş. Bir örnekte Yeşil soyadını almak istemiş aile reisi. Yeşilin sonuna büyükçe bir nokta koymuş, o gibi. Onun üzerine Yeşilo olmuş. Bu nüfus memuru yanlış telaffuzundan, yanlış yazılışından kaynaklı soyadlarını da aileler değiştirmek yönüne gitmemişler. Ama bazıları rahatsız oldukları soyadlarını ilk fırsatta değiştirmiş. Özellikle fertleri zora sokan, küçük düşüren soyadlarını…

Bir kısmı da mesela bir suç işlemiş, bir cinayet sonrasında izini kaybettirmek için soyadını değiştirmiş. Veya kan davası dolayısıyla yine izini kaybettirmek için soyadını değiştirenler var. Yani iz kaybettirme amaçlı soyadı değiştirenler olmuş.

-Onlar da deşifre oldu!

Hikâyeleri çok eskiye dayandığı için herhâlde.

-Bu hikâyeleri nasıl temin ettiniz?

Yakın çevremdekilerin soyadlarını tabii sordum. Öğrencilerimden rica ettim. Büyük çoğunluğu öğrencilerim ve onların çevrelerinin soyadları. İnternetten ricada bulundum. Soyadı hikâyesini yazmak isteyenlerden edindim. Bir şekilde benim bunları topladığım da duyulmuş. Yani tanımadığım kimselerin soyadları da bana intikal etmiş oldu. Hikâyesini bilenler gönderdiler. Ama bu arada bilmeyen veya herhangi bir hikâyesi olmayan soyadları da var. Kim gönderdiyse ve hikâye üzerinde hiçbir değişiklik yapmadan aldım kitaba.

-Sizin özellikle merak ettiğiniz soyadları var mıydı?

Bu derleme sırasında herhangi bir soyadını duyduğunuzda o soyadının arkasındaki hikâyeyi bilmeniz mümkün olmayabiliyor. O tür soyadları çok ilgimi çekti. Mesela Kukut soyadı. Soyadını alan, anlatan kişinin dedesinin babası. Rize’den Batum’a giderek ticaret yapıyor. Yol boyunca da ıssız dağlardan geçiyor. Dağ başında kuku kuku diye öten bir kuş refakat ediyor ona. Oradan Kukut, onun soyadı oluyor.

-Başka ülkelerde böyle rastgele mi alınmış soyadları acaba?

Benziyor birbirine?

-Asil anlamına gelen soyadını Atatürk veriyor dedeniz Celal Bayar’a. Babanızın Gürsoy soyadının hikâyesi ne?

Yani bilinen bir hikâyesi yok öyle. Ondan önce Zaimoğulları veya Zaimler diye bilinirlermiş babam tarafı.

-Peki eşiniz Esco Bey’in Naskali soyadı?

Eşimin Fince soyadı, onun da bir hikâyesi yok.

-Çoğu soyadının rastgele alınması Yalçın Küçük’ün isimbilim tezini, en azından sade vatandaşlar üzerinden çökertiyor herhâlde?

Yalçın Küçük’ün tezi ile ilgili olarak, takıntısı var şeklinde görüyorum ben. Herkesi Sabatayist bir çizgiye oturtmaya çalışıyor. Balkanlar’dan, başka yerlerden gelen pek çok kişi var Türkiye’ye.

-Kırım veya Selanik’ten göçen pek çok kişi de var kitapta zaten ve onlar soyadlarının hikâyelerine daha hâkim.

Oradan gelmiş ise de Sabatayist olması gerekmiyor. Hem abartı hem bir takıntı var o tezde.

Tanınmış bazı soyadlarının hikâyesi

Aziz Nesin, Sadık Perinçek, Nevval Sevindi, Sevan Nişanyan, Barış Manço gibi tanınmış bazı kişilerin soyadı hikâyelerinin de bulunduğu kitapta bir kısım soyadı hikâyeleri de şöyle:

Kırdar: Aile, Sultan IV. Murad döneminde Türkmenistan’dan göç eden Bayat Türklerinden olup Kerkük iline yerleştirilmiş köklü Kırdarzade ailesidir. Kerkük’te dört asır hizmetleri oluyor. Soyadı Kanunu sırasında babam Soyadları Kılavuzu’nu incelemiş ve eski Türk adları ve alınabilecek soyadları arasında Kırdar isminin olduğunu görünce bunu diğer aile fertlerine de bildirerek müracaatı yapmış. (Lütfi Kırdar’ın oğlu Üner Kırdar)

Esayan: Soyadı Kanunu sırasında bizim ailenin Esayan olan soyadının değiştirilmesi zorunlu tutulmuş. Bizimkiler nüfusta biraz direnince siz çok konuşuyorsunuz, o zaman sizin soyadınız Lafazan olsun demişler ve yazmışlar zorla. Benim babam 1970’lerde zor da olsa mahkeme yoluyla Esayan soyadına kavuşmuş. Ailenin diğer kolları hâlâ Lafazan ve Lafazanoğlu’dur. (Markar Esayan)

Sohtorik: Dedelerim eskiden torik balığıyla uğraşmışlar. Bu yüzden soyadım Sohtorik’tir. (Semih Sohtorik)

Toperi: Bir amcamın soyadı Güven’dir. Diğer amcam Topçu Albay Celal Toperi’dir. Eski Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün yakın akrabası, Büyükelçi Kaya Toperi’nin de babasıdır. Amcam Atatürk’ün daima yakınında bulunan bir konumdaymış. O yüzden Atatürk, amcama topçu eri olduğu için Toperi soyadını vermiş. Bunun üzerine amcam durumu babama telgrafla bildirdi ve biz de Toperi olarak tescil ettirdik. (Şerafettin Toperi)

Kalkavan: Rivayete göre aile ön Asya’dan Van’a göçmüş. Oradan da Rize’ye. Rize’de bunların kim olduğu sorulunca Van’dan kalkanlar (gelenler) denmiş. Bu lakap Kalkavan’a dönüşerek aşiretin soyadı olmuştur. (Y. Tuba Kalkavan)

Kozinoğlu: Annemin kızlık soyadıdır. Adana’nın Kozan ilçesinde yaşayan aile Kozan diye anılıyormuş. İki erkek kardeş kavga etmiş. Dedemin büyük büyükbabası kardeşlerine kızıp Trabzon’a yerleşiyor. Kozanzade diye anılıyor ve zamanla Karadeniz şivesiyle Kozinzade’ye dönüşüyor. Adana’da kalan Kozanzadelerle küs oldukları için soyadlarını Kozinoğlu olarak değiştirmişler. (Anıl İbrahimoğlu)

Ahmet Turan Alkan : Başbakan başkanlık sistemine mahkûm değil

a.alkan

Eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç, tecrübeli bir anayasa hukukçusu olarak önemli ve mâkul şeyler söylüyor; ülkenin ve siyasi sistemin önünü tıkayan cumhurbaşkanının halkoyuyla seçimi hakkındaki teklifine kulak vermeye değer.

Teziç, 2007’deki anayasa değişikliğinin bir hata olduğunu, sistemin âdeta kendini sakatladığını ileri sürüyor. Seçilmek için meydanlara inen bir cumhurbaşkanına, adayların birbirini –

tabiatiyle- yıpratıcı şeylerle suçlamasına alışık değiliz; hele hele hükümetle seçilmiş cumhurbaşkanı arasındaki muhtemel ihtilâflara hiç değil.

Bazı insanlar, sanki başka yol yokmuş ve Türkiye başkanlık sistemine mahkûm imiş gibi düşünmeye başladılar. Oysaki aylar öncesinden beri seslendirdiğim “2007 anayasa değişikliği iptal edilsin” görüşüne Teziç de katılıyor, “Bu muhtemel ikilikten ya başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine geçerek çıkılmaya çalışılıyor ama daha kolay bir çözüm var; bana kalırsa 2007’deki değişikliği kaldırmalı, cumhurbaşkanının yeniden Meclis tarafından belirlenmesi hükmü getirilmeli. Çünkü 2014’te cumhurbaşkanını halk seçtiğinde ülke olarak arada kalacağız. Ne parlamenter sistemde olacağız ne de başkanlık!”

Bu çözüm tarzının Başbakan Erdoğan tarafından hiç de sevimli bulunmadığı mâlum: Bir tarafta başkanlık konusunda ısrarcı olmadıklarını, halk istemezse vazgeçebileceklerini belirtirken öbür yanda 2023 vizyonunu bizzat yönetmek maksadıyla başkanlığa geçiş için en uygun siyasi pozisyona sahip olduğumuzu hissettiriyor.

Şu an itibariyle başarıyla devam etmekte olan barış sürecinin olumlu etkileri, önümüzdeki yıl yapılacak referandum veya seçim oylamalarında hükümete iyimserlik telkin ediyor olabilir ve bu sebeple Başbakan kendi açısından haklı sebeplerle başkanlık sistemine geçiş için şartların çok uygun olduğunu düşünebilir. Ne var ki siyasi sistemimiz için daha faydalı ve kolay bir yol dururken, birbiri ardına gelecek seçimleri riske sokmanın doğru olmadığını düşünenlerle beraberim.

Prof. Teziç’e göre siyasi sistemi iyileştirmek için atılması gereken adımlar açıktır, şöyle diyor Teziç: “Tüm sorunları doğuran temel sorun yargının bağımsızlığı meselesidir. Bunu nasıl düzelteceğiz sorusuna cevap aramalıyız. Yargının bağımsızlığı sağlansa diğer birçok sorunun çözümü için büyük bir rahatlama olur. O zaman isterseniz parlamenter sistemle yönetilin, ister başkanlıkla. Önemli değil. Çünkü eğer yargı bağımsız ise kuvvetler ayrılığı ve hürriyetler teminat altındadır.”

Teziç, yargının bağımsız niteliğe kavuşması için AYM ve HSYK üyelerinin meclis tarafından nitelikli çoğunlukla seçilmesi teklifini savunuyor ve şöyle ilave ediyor: “AYM’yi güçlendirir, seçim barajını kaldırır, Siyasi Partiler Yasası’nı vekil adaylarının belirlenmesine kadar köklü şekilde değiştirirseniz elbette başkanlık sistemi de olabilir. O zaman buna söylenecek laf yok. Fakat AKP’nin önerisi maalesef bu özellikleri barındırmıyor.”

Yeri gelmişken altını önemle çizmeliyiz: Türkiye’nin daha demokrat ve adil bir temsile kavuşması için Seçim ve Siyasi Partiler kanunlarını değiştirmek, anayasa değiştirmekten veya sistemi tartışmaktan çok daha zahmetsiz bir tercih. Üstelik hemen bütün siyasi partiler, çeşitli zamanlarda bu iki kanunu daha âdil bir temsil ve seçim için değiştirecekleri yolunda vaadde bulunmuşlardı. O vaadler yerli yerinde dururken bu konu nedense hiç gündeme getirilmiyor zira Siyasi Partiler Kanunu’ndaki değişikliğin, halen bütün partilerde devam etmekte olan “Lider sultası”na son vereceği biliniyor. Bir yanda her vesileyle “Parti içi demokrasi” kavramını dillendiren liderler, ne zaman değişiklik söz konusu olsa bu defa “Siyasi istikrar bozulmasın ama” bahanesine sığınıyorlar.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlık sistemiyle ilgili görünür ısrarını anlamak kolay değil. Yeni anayasa değişikliği hayal kırıklığıyla sonuçlansa bile parlamenter sistemi geliştirip güçlendirme imkânları hâlâ mevcut. Mahalli seçim veya anayasa konulu bir referandumda yüzde 50 barajının altında kalmak, hükümete büyük ivme kaybettirebilir. Oysaki ben Başbakan Erdoğan’ın en azından bir dönem daha yönetim cihazının başında kalmasını samimiyetle isteyenler arasındayım.

Başbakan, Teziç’in fikirlerini ciddiyetle düşünmeli; Türkiye, bütün ihtimâller tükenmiş gibi başkanlık sistemine kilitlenmek zorunda değil; başka seçenekler de var!

AKSİYON DERGİSİ : SURİYE – Şebbiha’ya yasal kılıf

Suriye lideri Beşşar Esed, rejim karşıtı sivilleri bastırmada kullandığı Nusayri çeteleri (Şebbihalar) gönüllü orduya dönüştürüyor.

‘Ulusal Savunma Kuvvetleri’ adı altında kurulan güç, rejim karşıtlarıyla mücadele edip ‘kurtarılmış’ bölgeleri savunacak. Ayda 150 dolar maaş alacak olan bu gönüllü askerler çatışmaların ön cephesinde savaşacak. Suriyeli muhalifler, söz konusu adımı ‘sivilleri işkenceyle öldüren Şebbiha milislerine yasal kılıf hazırlama’ olarak görüyor. Esed’in bu yolla, zayıflayan Suriye ordusunu güçlendirmeye çalıştığını belirtiyorlar.

AKSİYON DERGİSİ : IRAK – Şii-Sünni ayrışması bölünmeye gidiyor

Şii Başbakan Nuri El Maliki’nin kendine bağlı özel Dicle Gücü ile Kerkük’teki Sünni mahallelere düzenlediği kanlı operasyon ülke çapında Sünni-Şii çatışmalarına kapı araladı.

Son bir haftada Irak ordusu ile silahlı Sünni gruplar arasında yaşanan çatışmalarda 230 kişi hayatını kaybetti, yüzlerce kişi yaralandı. Şii ve Sünniler arasında giderek derinleşen şiddet dalgası ‘bölünme’ söylemine dönüştü. Olaylar üzerine açıklama yapan Irak Meclis Başkanı Usame El Nuceyfi, kabineyi istifaya çağırdı. Laik Sünnilerin önde gelenlerinden Nuceyfi, ülkenin iç savaştan veya mezhep temelli bölünmeden kurtulması için erken seçime gidilmesi gerektiğini söyledi. Irak’ın eski ulusal güvenlik danışmanı Muvaffak El Rubai de, Bağdat’taki liderlerin ilk defa ciddi ciddi ülkenin bölünmesinden söz ettiğini aktarıyor.

AKSİYON DERGİSİ : MYANMAR – Müslümanların soyunu kurutma planı

Myanmar’da Müslüman düşmanlığının devlete dayandığını yansıtan yeni bir belge ortaya çıktı. Arakan’daki şiddet olaylarını araştırmak üzere kurulan 27 üyeli komisyon, krizin çözümü için hükümete ‘Müslümanların soyunun kurutulmasını’ önerdi.

Geçen yıl Devlet Başkanı Thein Sein tarafından seçilen komisyon, özel bir doğum kontrol programı uygulanması suretiyle Müslümanların yıllar içinde nüfuslarının azaltılması gerektiği tezini savundu. Raporda, Budistlerin, komşu Bangladeş’ten gelen yasa dışı göçmen gördükleri Müslümanların artan nüfusuyla ilgili endişe içinde olduğu, bunun da iki toplumun barış içinde birlikte yaşamasına engel oluşturduğu vurgulandı.

Geçen yıl Arakan bölgesinde Müslümanlara saldıran Budistler en az 200’ünü katletti, 100 bin kadarını evinden çıkardı. Olaylar sırasında 800’den fazla ev ile birçok cami kundaklandı. Olayların ardından bölgeye gözlemci gönderen BM, Arakanlı Müslümanların dünya üzerinde en fazla ayrımcılığa maruz kalan azınlıkların başında geldiğini kaydetti. 69 milyonluk ülkede, 1 milyonu Arakan’da, toplam 3 milyon civarında Müslüman yaşıyor.

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.